Kayıtlar

Mart, 2014 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

HAYALET OĞUZ

Resim
Hayalet Oğuz / Nazmi meyhanesi - 1968 foto: Utku Varlık İster istemez yaşanmışlıkları daha fazla konuşmaya başladık; bilmiyorum, gün geçmiyor birşeyleri paylaştığınız kişilikler sizi çağırıyorlar, bence bir nostalji tuzağı, o günlere dönmek; kendiliğinden mi oluşuyor yoksa özlüyormuyuz o gerilere dönmeyi. Yine bellek fenomeni; bazen dokunuyorum bir anıya, her şey olduğu gibi kalmış sanki. Bu kez Hayalet Oğuz'u yazmayı düşünmüyordum ama karşılaştığım üçüncü kişi bana bana ondan sözetti, Orhan Duru'nun kitabı "O Pera'daki Hayalet" gereken bir işleve girmiş ki bu genç kuşak Hayalet'in hikayelerini Nasrettin Hoca misali kulaktan kulağa anlatıyor; bu da sanal bir genleşme getiriyor, oysa Oğuz'un minimal pırıltılı, olağanüstü tanımlama yeteneği anında vururdu, acımasız bir "humour", kişiyi ve olayı anında çırılçıplak soyan bir zeka. Örneğin: bu söz ne kadar Süavi Süalp'e bağlansa da aslında Hayalet Oğuz'un Edip Cansever'i tanımlamasıdır

KAYIP ZAMANIN İZİNDE

Resim
Kadıköy pazarında bir balıkcı meyhanesinin duvarlarındaki mekanın belleği sergisine bakıyorum; genellikle Atatürk portreleri vardır ve kasanın arkasındaki duvara asılıdır; bu esnafın özgürlüğe bir gönderisidir genellikle, varoluşumuzu kısıtlamayı programına almış bir yönetime baş kaldırıdır. Kadıköy'de olur ama taşra kentlerinde başarmışlardır bunu,  ama zavallılar bilmez ki yasaklar ters tepki getirir, daha da susatır insanı. Müdavimlerin, dostların imzalı fotoğraflarının biraz ötesinde, zamanın aşınmasına direnen bir başka fotoğraf beni aldı uzaklara götürdü, ben hep başka bir sanrıyı yaşarım; yaşanmışlığın sanrısı, bir türlü içimden silemediğim; sürekli bugünle kıyaslama sancısı; evet bu sanrı Bizans'ın en eski sakinlerinin geride bir kaç soluk fotoğraf bırakarak çekip gittiklerinden sonra geride kalan boşluğun sanrısıdır; hüzündür biraz, nasıl bu mekanın eski sahibi Vasili ve eşi Elena'nın mutlu günlerine sığınmış bir mutluluğun hüznü gibi. 60 yıllarında  yaşamıştık

İDA / PAWEL PAWLİKOWSKİ

Resim
Film bittiğinde hemen çıkmadım, salon boşalmasaydı biraz daha kalacaktım, bu içsel yolculuk hemen biitmemeliydi. Bu bir gerçek; sinema belki en özgün sanat günümüzde; 60 yıllarında görsel modernizm tuzağına düşmedi, teknik aşamada "kamera-göz", oyunda ise gerçeklik ve öz, bir başka deneyimi insanın iç yüzüne, kendiliğine ulaştırdı. Kanımca oyuncu kameranın farkında bile değil. Son yıllardaki önemli teknik aşama, fotoğrafın "numerique"e geçişiyle , gün ışığının albenisi ya da gecenin gizemi bir sinema dili oldu; bu filmin ışığı, tanık olduğum Polonya'da bir şubat ışığı; gri ve hüzünlü, oysa siyah- beyaz her zaman daha anlatımcı, belki desenin, özgün baskının öğretisinden gelen dışavurumculuğun dili oluyor. Bu sinema bizi elimizden tutup çok yakın bir geçmişe götürüyor, ama hangi sinema diyeceksiniz; bu kez, uzun süredir haber alamadığımız Polonya sinemasından geldi; Pawel Pawliowski  40 yıl önce Polonya'yı terk etmiş, ingilizce profosörü olan annesiyle