ÇALLI ÜZERİNE - BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

HOCAM BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU, BU YAZIYI AKBANK'IN "TÜRKİYEMİZ" DERGİSİNE HAZIRLADIKTAN 20 GÜN SONRA  21 EYLÜL 1975 DE VEFAT EDER, YAŞAMININ  SON YAZISIDIR. Yıllar sonra  dostum Oğuz Erten bana bu yazının bir fotokopisini verirken: ..hocanın anlattılkları bir harika, çallı İbrahimin bu kadar "marjinal oluğunu bilmiyordum demişti oysa derginin kısa tanıtma yazısında: "...aşağıda sanatçının, hocası ressam Çallı ibrahim hakkındaki düşünce ve kanaatlerini bulacaksınız. METİNDE İLERİYE BIRAKTIĞI BAZI HATIRALARLA HÜKÜMLERİ YAZMAK FIRSATINI BULAMAYAN BEDRİ RAHMİ'NİN , BU MAKALE, SON ESERİDİR"! Pişmanlık açık ve seçik; niçin? Çallı popüler bir ressamdı, aşağıda okuyacaksınız: taksi şöförü bile ismini biliiyordu;  bir tek resmini görmeden giderek hocadan istenen  bir sanat tarihci gibi yazmasıydı, örneğin: "..Manolyalar.Çallı'nın bu konuyu, tutkuya varan bir süreçsellik içinde sık sık tuallerine taşımış olduğunu biliyoruz.Onun bu resimler dizisinde, manolya çiçeğine duymuş olduğu yakınlığın  izlerini görebileceğimiz gibi, sanatçının paletinde, zamanla seçkinleşme düzeyine erişmiş olan kendine özgü renk tonlarının, yeşillerin ve açık sarıların, gri-beyazların kahverengilerin egemen olduğu bir renk beğenisine de tanıklık etmekteyiz." vs.İşte Bedri Rahmi derginin istediği "Tonga'ya" düşmedi; bize eski Akademiden, ne yazık yangında yiten Prado müzesinin ünlü İspanyol Copiste ekolü'nün Goya ve Velasques tablolarından yine Akademinin ünlü isimlerini, o yıllar Ankara'sını, Atatürk'ü, Çallı'nın çılgınlığına özgü bir rakı gecesine sığdırarak harika anlatıyor; işte hoca, tanımayanlar tanısın ve anlatımı sonuna kadar okusun. Oğuz Erten'e ve yazının Blog geçirilişini gerçekleştiren Ali Gülkanat'a teşekkür ederim.

 



“Öyle bir usta ki mesleğin bütün sırlarını, inceliklerini, püf noktalarını hiç


esirgelemeden çıraklarına aşılıyor. O kadar ki, ustanın yarım kalmış resmini


çırak, yağdan kıl çekercesine bitiriyor. Bilemedim, tam tersi; çırağın başladığı 


resmi usta bitiriyor!




1975 yılında böylesine ustalara, böylesin çıraklara rastlamak için herhalde

elektriğin, benzinin ulaşmadığı diyarlara gitmeklazım! Eski çağların ustası,

 çırağı “anasına bak, kızını al” yollu sürer giderdi. Son elli yıl içinde bu anlayış, bu

gelenek tepetaklak oldu. Bugün, dünyanın aklı başındaki bütün okullarında

“Benim öğrencim benim eserimi tıpatıp taklit eder. Benim tablomla onun

tablosunu ayırt edemezsiniz!” diyen hocanın kuyruğuna teneke bağlarlar.

Üç sene atölyesinde çalıştığım sevgili hocamız Çallı’yı düşünürken ister istemez

usta-çırak geleneğine takıldım. Son elli yıl içinde iyice şunu da belledik ki

ressamın iyisi ille de iyi bir resim hocası olmuyor; kötü ressamın da iyi hoca

olduğuna rastlamadık. Günümüzün en iyi ressamları, eski anlamda ders verip

çırak yetiştirmiyorlar. Eğer bugün yüz iyi ressamın arasında bir tanesi hocalık

yapıyorsa, bunda çok özel koşullar aramak lâzım. Eşine az rastlanır bir olaydır bu.

1925-1950 yılları arasında Çallı’nın bir tablosu, ona en az bir yıl sereserpe

çalışabilmeyi sağlasaydı, Akademi’de hocalık yapar mıydı? Onu çok yakından

tanıyanların, bu külfete katlanacağını savunacaklarını sanmıyorum. “Virân olası

hânede”ki “evlâd-ü iyâl”, takvimin hangi yılında, yılın hangi ayında kapıyı çalacağı

belli olmayan müşteri hazretleri, orta halli bir resim tezgâhını her dem taze

tutabilme tasaları, Çallı’ya sürekli olarak en az yirmi beş yıl hocalık yaptırdı.

Üç yıl çalıştığım Çallı atölyesinde bir tek şey öğrendim: Meslek sevgisi, mesleğe

bağlanma sevinci! Mesleğin hiçbir pazarda satılmayan tarafı, bunlar. Sevgi,

sevinç! Bunlar alınır, satılır mı? Kimin içinde bu kaynaklar gürül gürül kaynıyorsa,

onu bölüşmek içten gelen, kaçınılmaz bir istektir. Sütü normalden çok fazla olan

anaların çelimsiz komşu çocuklarını emzirmeleri gibi.

Öğretmen olarak Çallı’nın bir sistemi, bir metodu yoktu. Ama bana öyle bir yaşta

Van Gogh’tan söz açtı ve birkaç kelimeyle onun hasır iskemlesini öyle cana yakın

kıldı ki… 1927-1928 yıllarında, Akademi kütüphanesinde resim üzerine bin kitap

varsa, bunlardan 900 tanesi resimsiz, 95 tanesi resimli, ancak beş tanesinde de

bir-iki renkli baskı bulunurdu. Aksiliğe bakın ki sevgili hocamızın küçük bir

şakası, o günler parmakla sayılan renkli baskılardan hepsinin jiletle ve kökünden

kazınmasıyla sonuçlanmıştı: Sanat eserini çalmak sevaptır!

Van Gogh’un hasır iskemlesi, bu mücevherlerden biriydi. Renkli basılmıştı.

Burnuma hasırın kokusu geliyor sanırdım, bu kötü baskıya bakarken. Bir ustanın

çırağına yapacağı en büyük iyiliklerden birisi, belki de birincisi, ona gereken yaşta

lâzım gelen gıdayı sağlamaktır.

O yıllar, Akademi’nin giriş salonunda çok başarılı iki kopyamız vardı. Asılları



                                                                              Goya: Kral ve ailesi




                                                                    Valazquez  Breda'nın Düşüşü

boyunda kopya edilmişlerdi. Denize bakan uzun saray pencerelerinin her iki

yanındaki duvarlara karşılıklı konmuş, İspanya’yı ayağımıza kadar getiriyorlardı.

Bunlardan biri Goya’nın “Kral ve Ailesi” topluluğu, öteki Velazquez’in “Breda

Şehri’nin Teslimi” tablosuydu. Yanılmıyorsam dört metreye iki buçuk boyları

vardı.

Velazquez’in tablosunda, sağda ve ön planda bir al at vardı. Şöyle yaradana sığınıp

üç metreden bir atlasak, atın geniş sağrılarında yerleşmek işten bile değildi. At,

bütün cüssesiyle, rengiyle, teriyle, eğerinin kokusuyla oradaydı.

Koca Çallı, balın kaynağını bulan sayılı ustalardan biriydi. Bir sene sonra

Matisse’in adını da ondan öğrenecek, dede yadigârı bir mangalın, bir kilimin sanat

eserleri arasında yer alabileceğini övünerek belleyecektim.

En ufak bir abartmaya kapılmadan, seve seve şu gerçeği tekrarlıyorum: Sanat

okullarının yüzde doksan dokuzunda yalnız klasik ustaların adı geçer. O klasik

ustalar ki nesilleri çoktan tükenmiş mamutlardır. Yeryüzüne bir daha gelmeleri

söz konusu değildir. Körpe çırakların körpe sevinçlerini, sevgilerini klasik

ustalardaki korkunç işçilik, sabır, bilgi bir daha yeşermemek üzere ezer, gömer

geçer. Çünkü klasik esere damgasını vuran kesin bilgiler çoktan tarihe karışmıştır.

Aklı başında bir öğrenci, bir yıl süren anatomi ve perspektif derslerinden sonra

bu gerçeği kavrar. Bir perspektif hocası düşünün ki Piero della Francesca’nın

adını duymamıştır. Bir anatomi hocası düşünün ki Leonardo ile Michelangelo’yu

birbirinden ayırt edemez.

Klasik tablolar, o gün bugündür, bizim için şifreli, kapalı kutulardır. Halbuki

Çallı’nın 1927 yılında çok büyük bir ressam diye sunduğu Van Gogh’un

“iskemlesi” en ufak bir bilgiçlik, allamelik, anatomi (Çallı’nın tabiriyle “babatomi”)

ve manzara hünerlerinden mahrumdu. Bildiğimiz, bayağı bir hasır iskemle…

İnsan birazcık boyası olsa bir çırpıda buna benzer bir konunun hakkından

gelebilirdi. Kısacası, klasikler ne kadar yüksek sesle “Buraya büyük ressamlardan

başka kimse giremez!” diye ürkütüyorlarsa, Van Gogh tam aksine “Hasıra,

iskemleye bütün yüreğiyle bağlanan herkes böyle bir resim yapabilir” diye teşvik

ediyordu.

Şimdi düşünüyorum da, Çallı yaşıtlarından bir tek Hikmet Hoca kaldı aramızda.

Kendisine çok daha uzun ömürler dilediğimiz Hikmet Hoca’dan başka Feyhaman

Bey, Nazmi Ziya, Namık İsmail hocaları yakından tanıdım. Ressam olarak hepsinin

önünde saygıyla eğilir, aralarında en ufak bir değer basamağı kurmayı

düşünmem. Ama şurası açık seçik bir gerçek: Bugün Türk resminde isim yapmış

ressamların onda sekizi Çallı öğrencisidir. Birkaç örnek vereyim: Hatip Dikmen,

Cevat Dereli, Nurullah Berk, Refik Epikman, Turgut Zaim ve Bursalı Şefik.Yukarıda 

saydığım isimler, Türk resminin hazindir ki, Çallı atölyesinde yetişen bu kıymetli 

sanatçılarımızdan bazıları zaman zaman Çallı’ya kafa tutmuş, kalbini kırmışlardır.

Çallı, onların bu  davranışların gençliklerine bağışlamış, ama nedense Cemal Tollu’yu 

sonuna kadar iğneleyip durmuştur. Ayrıntılara yer kalırsa bu iki önemli sanatçımız 

arasındaki çok acı tartışmayı anlatacağım.

Tablolarını canım gibi sevdiğim Turgut Zaim’i arayanlar Çallı’nın atölyesinden

çok, o zamanlar bitişik denecek kadar yakın olan evinde bulurlardı. O kadar ki, ilk

haftalar ben Turgut’u, Çallı’nın “Hiçbir şey öğrenmedin, hiçbir şey görmedin”

yolundaki cümlesini bir dergide okuduğum zaman içim sızlamıştı. Yaşlandıkça

anlıyorum ki değerlendirme diye bir senfonik orkestra var. Kimimiz bu

orkestrada flüt oluyoruz, kimimiz davul. Kimisi bir avuç buğday değerlendirip

tarlalar donatıyor, kiminin parmağını batırdığı su süt kesiliyor. Her insan ister

istemez bir şeyleri değerlendiriyor. Ama bir tek kişinin bütün çevresini

değerlendirebilmesi ne mümkün? İnsanın gücüne giden bu değil de, esamimizin

okunmadığı günlerde bizleri değerlendirenlere karşı takındığımız acayip tavır.

Çallı’yı tanıdığım günlerde oturduğu ev, yangından önce Akademi’ye eklenmiş iki

katlı, ahşap bir yapıydı. Bizim öğrenciliğimizde bu bölümde Çallı ile Hikmet Hoca

otururlardı. Çallı’nın geleni çoktu. O günlerde Rusya’dan kaçanların çoğu bir süre

İstanbul’da kalırlardı. Gricenko adlı bir ressam bunlardan biriydi. Çallı onu

Tophane’de suluboya resimler yaparken görmüş, işlerini beğenmiş, evine davet

etmişti. Günlerden beri yarı aç, yarı tok İstanbul’u arşınlayan, yaptığı

suluboyalardan birkaç tanesini zorla bir yemek parasına satabilen Gricenko’yu

Çallı evinde aylarca misafir etmişti.

Sonradan Fransa’da eserlerini Çallı’nın hiçbir zaman ulaşamayacağı fiyatlara

satacak olan Gricenko, daha o günlerde ortanın hayli üstünde suluboyalar

yapıyordu. Şimdi düşünüyorum da bu suluboyalarla Klee’nin Ortadoğu

gezisindeki suluboyaları arasında inanılmaz bir kardeşlik vardır. İleride Çallı’nın

hayatını bütün ayrıntılarıyla işleyecek olanlar, Gricenko ile Çallı karşılaşmasından

ilginç sonuçlar çıkarabilirler.

Çallı’yı meslek arkadaşlarından kesin olarak ayıran özellikler, bu karşılaşmadan

sonra iyice belli olur. Bir pastanede bazı sanatçılar saat beş ile yedi arası toplanır,

sanat tartışmalarına girişir. Çoğu zaman bu tartışmalara civar meyhanelerden

birinde devam edilirdi. O gece ağabeyim (Sabahattin Eyüboğlu) de vardı. Bizler o

eyyamda Hasmetlü Rakı Hazretleri’yle henüz teşerrüf etmemiştik. Rakının

vurduğu kurşun nereden girer, nereden çıkar, neleri delik deşik eder, neleri

çökertir, neleri yıkar, bilmezdik. O gece, iki-üç kadehten sonra hocadan müsaade

istedik. Ne mümkün!

• Ağabeyin gidebilir, ama sen bir yere kımıldayamazsın! dedi.O ana kadar yanı 

başımızda oturan Edip Hakkı kayıplara karışmıştı, Çallı öfkeli öfkeli onu aradı:

• Kaçmış alçak! dedi, ama biz onu yakalamasını biliriz…

Çok usta bir sarhoşla, ziyadesiyle acemi bir sarhoş, Galatasaray’dan Taksim’e

doğru yürüdük. Taksim’den Gümüşsuyu’na saptık. Çallı, ikide bir Edip Hakkı’ya

söylenip duruyordu.

Zeki Kocamemi, Ali Çelebi, Hale Asaf, Muhittin Sebati gibi Türk resminin

direklerinden sayılan eski öğrencileri yurda döndükleri zaman, Çallı hiç

çekinmeden onlara sokulur, onlardan taze bir Avrupa nefesi almaya çalışır; bazen

rica, bazen emrederek onları gözü önünde çalışmaya zorlar, inanılmaz bir

dikkatle çalışmalarını izlerdi. Bu dikkatli incelemenin sonucu, kimi ustaca, kimi

acemice, daha sonra yaptığı işlerde açık seçik belli olurdu. 1925-1930 arası

Münih’te resim hocalığı yapan Hoffmann’ın Alman Kübizm’i, Kocamemi ve Ali

Çelebi eliyle, biraz da Çallı’nın himmetiyle Türk resminde yer alıyordu.

1927-1930 arası, bizim ağzımız henüz süt koktuğu için hocamızın içkiyle

münasebeti üstüne hiçbir fikrimiz yoktu. Aynı yıllar, derslerini seve seve

izlediğimiz Ahmet Haşim’e, Çallı’yı nasıl bulduğunu sordukları zaman:

• O, bazı eczanelerde kavanoz içinde sergilenen bir (cenin-i sakıt)tir (düşük

çocuk), ki bir parmağı kazara ispirtonun dışında kalsa taaffününden (pis

kokusundan) mahallede durulmaz, demiş.

“Karanfil” şairimizin bu sözle Çallı’yı en zayıf yerinden vurduğunu sonraları

anladık. Haşim, Çallı’nın dillerde dolaşan esprilerini, çoğu zarif, kimi oldukça sert

fıkralarını yalnız alkole borçlu olduğunu; henüz içkisini içmemiş bir Çallı’nın

sıkıcı bir yaratık olduğunu belirtmek istiyor ve bunu zalimce başarıyordu. Yahya

Kemal dahil, Haşim’e ikide bir “Arap” diyenler gereken cevabı almakta

gecikmiyorlardı. Bu arada Yahya Kemal’i çileden çıkaran “Niğdeli Agâh” lakabını

hem Haşim’e hem Çallı’ya yakıştıranlar oldu.

İçki, sevgili hocamızı önce bizlerden, sonra, belirsizce de olsa sanat çevresinden

uzaklaştırıyordu. Eşi Münire Hanım, 1937 sonlarında bu gerçeği şu sözlerle acı acı

belirtmişti:

• Çallı, sanat çevresi dışındaki tanımadığımız insanlarla düşüp kalkalı

mesleğini ihmale başladı.

Bu yargıdaki acı gerçeğin iç yüzü şuydu: Çallı içtiği zaman sohbetine doyum

olmuyordu. Şehrin ileri gelenleri, Çallı’yı ressam olarak değil, sohbeti için davet

ediyorlardı. Onun eşine az rastlanan bir meze gibi tadını çıkarıyorlardı.

Bu nefis ziyafetlerden, bu eşine az rastlanır sohbetlerden ressam Çallı’ya kala kala

dört aspirinik bir baş ağrısı, en az bir günlük sırtüstü dinlenme zorunluluğu kalıyordu.  

Bunlardan, tanığı olduğum bir geceyi kısaca anlatayım.

1936-1937 yıllarıydı. Şimdi yerini bankaların kapladığı İstiklal Caddesi’nde,

Nisuaz (Niçoise) diye bir pastanede bazı sanatçılar saat beş ile yedi arası toplanır,

sanat tartışmalarına girişir. Çoğu zaman bu tartışmalara civar meyhanelerden

birinde devam edilirdi. O gece ağabeyim (Sabahattin Eyüboğlu) de vardı. Bizler o

eyyamda Hasmetlü Rakı Hazretleri’yle henüz teşerrüf etmemiştik. Rakının

vurduğu kurşun nereden girer, nereden çıkar, neleri delik deşik eder, neleri

çökertir, neleri yıkar, bilmezdik. O gece iki-üç kadehten sonra hocadan müsaade

istedik. Ne mümkün!

• Ağabeyin gidebilir, ama sen bir yere kımıldayamazsın! dedi.

O ana kadar yanı başımızda oturan Edip Hakkı kayıplara karışmıştı. Çallı, öfkeli

öfkeli onu aradı:

• Kaçmış alçak! dedi, ama biz onu yakalamasını biliriz…

Çok usta bir sarhoşla, ziyadesiyle acemi bir sarhoş, Galatasaray’dan Taksim’e

doğru yürüdük. Taksim’den Gümüşsuyu’na saptık. Çallı, ikide bir Edip Hakkı’ya

söylenip duruyordu.

Alman sefaretinin önüne kadar gelmiştik. Çallı sordu:

— Kaç paran var?

Benim iki buçuk liram vardı, onun da yedi buçuk lirası. 1937 yılında bu parayla

Arnavutköy’e gidilir ama dönülemezdi. Çallı, rastgele bir taksi çevirdi, bindik.

— Şoför arkadaş! Çallı İbrâm diye birinin adını duydun mu?

Şoförümüz, gayet nazik:

— Çallı’yı kim tanımaz beyim? Buyurun… dedi.

Hiç unutmam, Beşiktaş’a doğru giderken ukalalığım tuttu:

— Hocam, dedim, saat bire geliyor, vakit gece yarısını geçti. Bu zamandan sonra

Arnavutköy’de de birkaç saat oyalanacağız. Sabaha karşı evlerimize döneceğiz.

Bütün bu gece konuşulanlar, fıkralar, birbirini açan nükteler, hepsi iyi, hoş ama,

ressam olarak biz bunlardan ne çıkarabiliriz? Yazar olsaydık, bütün bunlardan

bize ertesi gün işleyecek bir konu çıkardı.

Gayet iyi hatırlıyorum, sözün burasında, Çallı’yı tanımakla övünen şoför bana

döndü, ters ters baktı. Ortaköy’ü geçinceye kadar Çallı’dan çıt çıkmadı. Karşıdan

gelen bir arabanın aydınlığında, sessizce ağladığını görünce perişan oldum.

Birden dizime, bayağı bir yumruk savurdu:

— Bre hain evlat, dedi, ben bunun acısını duymuyor muyum sanıyorsun?Gözyaşlarını 

silerken,Akıntıburnundaki meyhanenin önünde Edip Hakkı’yı tanımadığımız bir arkadaşıyla, 

biri ötekinden güzel iki genç kızlarakı sofrasında bulduk. Bir kemancı, sofranın kulağına 

dokunaklı şarkılarmırıldanıyordu. Çallı büyük bir sevinçle Edip’in omzuna kocaman bir şaplak

indirdi:

— İşte biz, adamı böyle yakalarız…

Derhal sofraya yeni içkiler, yeni mezeler taşındı. Gel gör ki Edip Hakkı’nın ağzını

bıçaklar açmıyordu. Önce arkadaşı ile yanındaki bayanlar gecenin karanlığına

karıştılar, demeye kalmadı, Edip de arkadaşı ile sır oldu. Güneşin doğmasına bir

saat kalmıştı. Garson bize, neredeyse aylık maaşımız tutarında bir hesap pusulası

sundu. Çallı, gayet soğukkanlı, pusulayı aldı, arkasına “Edip Hakkı Bey tarafından

ödenecektir” diye yazdı. Bir de kocaman imza bastı.

Olanlar, meyhanenin bahçesinde geçiyordu.

Ufaktan ufaktan aldı da bir yağmur. Asıl meyhanenin kepenkleri inmiş, alttan bir

yerden ışık sızıyordu. Çallı kepenkleri açtırdı. Masaların üzerine yerleştirilmiş

iskemlelerin bir kısmını indirdiler, tekrar bir rakı sofrası kuruldu.

Benim ayakta duracak hâlim yoktu. Çallı, bir yandan Edip’e söyleniyor, bir yandan

da rastgele mezeler ısmarlıyordu. İki garson, büyülenmiş gibi servis yapıyorlardı.

Çallı onlara adlarıyla sesleniyor, ikide bir:

— Benim güzel evlâdım, şu zeytine biraz limon, diyordu.

Yürü, çoktan vapura binmişiz. Çallı, Bebek’e kadar deliksiz bir uyku çekti.

Köprüde, İstanbul kazanı çoktan kaynamaya başlamıştı. İskeleye çıkan merdiveni

tırmanırken önümüzde, o zamanki kumru rengi pelerinleri yerleri süpüren, filinta

gibi iki subay vardı. Rüzgar, ikide bir pelerinlerden bir tanesini Çallı’nın yüzüne

savurunca hoca kızdı:

— Nasıl bu subaylar asker mi, kadın mı? Nedir bu?

Subaylardan biri öyle bir hışımla üstümüze yürüdü ki:

— Ağzını topla!

Demesiyle az kalsın Çallı’nın kafasına bir yumruk indirecekti. Güç bela araya

girdim. Subayın kulağına:

— En büyük ressamımız, hocamız Çallı İbrahim Bey, sarhoş biraz, kusuruna

bakmayın, dedim.

Genç subaylardan zor kurtardık paçayı. Cebimizdeki para bizi Taksim

sinemasının yanında bir yere kadar zor götürdü. Kazancılar Yokuşu’ndan kırk, elli

metre indik. Harika bir sabah güneşiyle aydınlanmış, al bir zerzevatçı atı, bir

çocuğun bile kolaylıkla çözebileceği ilmikle telefon direğine iliştirilmişti.Küfelerde, 

mevsimin bütün sebzeleri dolup taşıyordu. Çallı, atın yularını çözdü,

sırtına büyük bir muhabbetle bir şaplak indirdi:

— Hadi, sana hürriyetini bağışlıyorum, yolun açık olsun! dedi.

Ama zerzevatçının atı bir santim bile kımıldamadı. Çallı, yürümesi için çok diller

döktü. Önce eliyle, sonra hayvanın yularıyla ötesine berisine vurdu durdu.

Nafile… Güzelim atta en ufak bir hareket yoktu. Çaresiz, yuları tekrar eski yerine

bağladı:

— Bre müsibet, sen hürriyete layık değilsin! dedi.

Bu anlattıklarım, sabah ile akşamın arasında geçen vakitlerden. Akademi’nin

yanındaki bina o zamanlar Kolordu’ya aitti. Kapısındaki kulübede 24 saat nöbetçi

dururdu.

O zamanlar Akademi’de oturan Çallı, yine böyle bir gece yarısı, birkaç arkadaşıyla

eve dönerken kulübenin önündeki nöbetçiyi görür. Mevsim kıştır. Nöbetçi yarı

yarıya karla örtülüdür. Kar aydınlığında bir heykel gibi dimdik duruşu Çallı’yı

şaşırtır.

— Şu nöbetçiyi alnından öpeceğim, der.

Ancak nöbetçi, yalpalayarak kendine sokulan yabancının sınırı aşınca, derhal

tüfeğine sarılır:

— Yaklaşma, vururum!

Çallı, nöbetçinin hoşlanmayacağını anlayıp vazgeçer ve arkadaşlarının yanına

döner.

Çallı’nın resimleri üzerinde bir gün ayrı ayrı duracağım. Bu resimler durdukça

Çallı’nın resim sanatımıza katkısını bir bir inceleyeceğiz. Fakat ben bu yazıda,

yakından tanıdığım Çallı’nın daha çok bazı özelliklerini belirtmek istiyorum. Bu

çabayı esirgememelerini, onu yakından tanıyan bütün arkadaşlardan da

dileyeceğim. Resimleri kalacak ama bizim kuşakla birlikte Çallı’nın birbirinden

ilginç sözleri, fıkraları, davranışları kaybolup gidecek.

Bu yazıda bunlardan iki tanesini daha anlatacağım. İkisine de Ankara’da şahit

oldum:

1942-1943 yılları sırası… İki olay da o günlerin en gözde lokantası Karpiç’te geçti.

Bazı sanat jürilerine, genç hoca olarak bizleri de çağırıyorlardı. Bunlardan

kimisine Leopold Levy’nin asistanı, kimisine tercüman olarak katılıyordum. İkinci

Dünya Savaşı sonlarına yaklaşmaktaydı. Akademi Heykel Bölümü Başkanı Rudolf

Belling, bizlere Karpiç’te bir akşam yemeği ısmarlamış, adeta bir gelin sofrası

donatmıştı.Müdürümüz Burhan Toprak, Leopold Levy, Çallı, ve diğer birkaç sanatçı

masadaydılar. Rakıdan kokorecine kadar akla gelebilecek her türlü meze masaya

yerleşmiş, şişeler açılmaya başlamıştı ki, bizi yemeğe davet eden Belling’i telefona

çağırdılar.

Belling, o kadar telaşla kalktı ki şaştık kaldık. Kadehler elimizde, mezeler

dilimizde düğümlendi kaldı. Belling biraz sonra, gidişinden büyük bir telaşla

döndü:

— Von Papen sıkıntıda. Bir işi için yardım istemiş. Biliyorsunuz, Almanya’da garip

şeyler oluyor. Von Papen benim sınıf arkadaşımdır, reddedemedim. Sofra sabaha

kadar emrinizdedir, yiyip için, beni affedin, dedi ve çekip gitmeye hazırlandı.

Çallı, ayağa kalktı:

— Bre Alman mısın, insan mısın? diye sordu.

Bu söze yan masalar da güldüler ama Belling’in Türkçesi ve telaşı bu sözü

anlamasına yetmedi. Belling kaybolunca Çallı bana ve Cemal’e döndü, Burhan’la

Leopold Levy’yi göstererek:

— Bunlar hoca, biz öğrenci, ama şu masadan geriye kalan şarapçı dükkânındaki

yiyecekler oldu, dedi.

Durumu hemen kavrayan Burhan, Levy’yi uyardı. O muazzam sofrayı olduğu gibi

bırakıp, külüstür ama sevimli bir şarapçı dükkânında karnımızı doyurduk.

Yine Karpiç’te geçen diğer olay da şu:

Daha çok konservatuvar hocalarının bulunduğu bir masadaydık. İnönü’nün daveti

üzerine Çankaya’ya dört-beş resim götüren Çallı’yı bekliyorduk. Oldukça

gecikmişti. Masaya yaklaşırken, başından büyük bir felaket geçmiş insanların

yorgunluğu, şaşkınlığı yüzünde âyan beyan okunuyordu. Ceketinin omuzlarının

rengi koyulaşmıştı. Yüzündeki ter mi, yağmur mu anlayamadık. Üst üste birkaç

kadeh içtikten sonra kendine geldi ve olanları anlattı:

— Bir ay önce, sıkıntıda olduğumu gören arkadaşlardan biri halime acımış olmalı

ki, “Yahu, sen İnönü’nün portresini yaptın. Bir sürü hazırlığın var. Onlara bir çeki

düzen ver, birkaç da manzara tablosu al, İnönü’ye götür. Eminim, bir senelik

rızkını sağlarsın,” dedi. Arkadaşın sözünü tuttum, bu gelişimde dört-beş resim

getirdim. Bu sabah telefon ettim. Saat beşte gelip beni otelden aldılar. Köşke

gittik. Yarım saat sonra Paşa’nın beni kabul edeceğini söylediler.

Bekleyiş iki saat sürdü. Derken daveti sağlayan yaver: “Paşa af diliyor,

beklenmedik önemli bir toplantıya katılması lazım. Sizi yarın aynı saatte rica

ediyor,” dedi. O kadar şaşırdım ki, “Bari resimleri burada bırakayım,” demek

aklıma gelmedi. Beni tekrar aynı arabayla otelime götüreceklerini sandım; o

kadar telaşlılardı ki unuttular. Kendimi Çankaya’da, yolda buldum.Bir de yağmur 

başlamaz mı? (O günlerde taksi filan hak getire!) Yarı yolu yürüdüm, turşu halinde 

otele zor vardım.

Çallı içtikçe, röportajı tuzlu biberli deyimlerle süslüyordu.

Karpiç’te, Çankaya’nın bir sürü kuralı olduğunu bilmeyen yoktu. Bizi davet eden

konservatuvardan arkadaş:

— Çallı, haksızlık ediyorsun… İnönü sanat kıymeti bilir. Bir hafta önce okulda

konser veren genç bir kemancıya altın bir saatle beş bin lira gönderdi. Emin ol,

bugün sana davranışı kendiliğinden olmayan sebepler yüzündendir. Bu kadar

zalim olma! dedi.

Ben de bu ara, 1942’de bir kahvede açtığımız sergiyi hatırlattım. İnönü sergiye

gelmiş, Eren’in 75 TL’lik bir resmini almış, 500 liralık bir çek göndermişti. Ama

Çallı, daha çok altın saat alan kemancıyı parmağına doladı ve sonunda:

— Allah’ım, dedi, sen müzisyenlere sağır bir Cumhurbaşkanı ihsan eylemişsin. Ne

olur, biz ressamlara da âmâ bir Başkan nasip eyle…

Çallı’ya ait bir bu kadar, belki daha da çok söyleyeceklerim var ama bugünlük bu

kadar.



Yorumlar

  1. Üstad yine sayenizde zamanın bir köşesine tanıklık ettik. Teşekkürler 💙

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

ŞARLATANLIKLAR - 1 /. SPERMAN

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU