OXYMORE/ ZIGGURAD


Babil kulesi


Roby Zober sonuçta kendinle hesaplaştı;  -bellekle huzura varmak, yaşanmış güzel şeyleri tekrar çizmek kafasında, bu her zaman başvurulacak bir çıkış yolu değildir, yoksa "angut" olur insan; sen hep geçmişle yaşıyorsun, eğer yaşadığın şu an'ı değerlendiremiyorsan, niye bu yola çıktın?
- Ama bir otoyol var; duyusal bir ilintinin sizi, belleğin en ıssız kıyılarına götürüp getiren diye yanıtladım.
Roby -Tekrar söylüyorum; gerçek neredeyse sen de orada olacaksın., istesen istemesen!-

Evet ama bu dağ başında iki saattir bir araba bekliyorum, beklemek hangi boyutta olursa olsun, tinsel  çağrışımlar yaratır! Hep gözüm arkada; Akademi'deki doslarımı düşünüyorum; - ..şu saat.. şimdi Şükrü'de demleniyorlardır, Kürt Neco para bekliyordu, sonra Balık Pazarına çıkarlar akşam'a doğru, kızlarla...!
Beni Belgrad'dan kamyonuna alan proloter şöför, ne bileyim 50 km. sonra  motor garip sesler çıkarınca, kamyonu kenara çekti ve bana yürüyerek devam edersem başka bir yola yani Çekoslavakya doğrulsusunda  bir olanak bulabileceğimi tarzanca anlattı ben de iki saat yürüdüm. Anlaşıldığı gibi yıl 1965, ben de Tito Yogoslavya'sındayım.Temmuz ayındayız, gök beni anılarıma götürecek kadar öyle bir mavi, çocukluğum doğasına yakın, kavak ve söğüt ağaçları asfalt yolun tek dekoru, gerisi bir kır, boşluk! Belki ana yolda değilim ama yarım saattir hiç bir araç geçmedi. Biraz dinlenmek için bir biraz ötedeki söğüt ağaçlarının olduğu yere yürüdüm; genellikle bir dere, kaynak, su vardır, söğütü simgeler bu. Ne garip; bir esinti, size gelip dokunan hafif bir serinlik, yolun kenarındaki yaban çiçekleri bana yorgunluğumu unutturdu birden, açlığımı da. Söğüt ağaçlarının dibinde bir su akıyordu, yürüdüm kaynağını buldum: terkedilmiş bir çeşme, kırık künt'den akan su, berrak ve soğuktu. Bir mucize, nasıl olur dağ başında bunu yakalamak; sevindim birden. Su iyi geldi, açlığımı bastırdı, serinletti, aklım başına geldi. Söğüt; bir yaşama sevinci vardır bu ağaçta, sarkan dallarının huzurlu gölgesinde uykuya yattım.
Panayırın yapıldığı büyük "çayır"ın tüm çevresini sınırlayan söğüt ağaçlarının dibinde oynardık, bizim mahalle değildi, "Karaçayır" mahallesiydi; oraya gitmemizin asıl nedeni Çetin'nin söğüt ağacı dallarından kolayca soyduğu kabuklarından yaptığı kaval, flüt, borazan gibi ötülecek erken müzik oyuncaklarıydı. Çetin, büyük bıçağıyla doğada bulduğu her şeyi değerlendirirdi ve sonunda marangoz oldu.
Her eylül ayında onbeş gün süren  geleneksel Bolu Panayırı burada yapılırdı. Çadırlar kurulur, direkler dikilir, ışıklandırılıp, o yıllara özgü büyük gürültü çıkaran hopörler takılır, küçük bir kent görünümü aldığında beklenirdi tüm atraksiyon; çadır tiyatrosu, dansözler, şarkıcılar, canbaz, korku tüneli, Deniz kızı Halise, Sihirbaz Zati Kuntur vs. Panayırın en beklenen, gözde ziyaretcisi "Şen İstanbul Tiyatrosu'ydu; Beyoğlu barlarından toplanmış yorgun konsimatrisler olduğundan haberimiz yoktu o zaman. Herkes onbeş gün süresince hayali aşklar yaşardı bu kadınlarla. Program öncesi yarım saat tiyatronun tüm kadınları sahnede, seyirciye karşı sandalyelerde otururlardı. İlk ön,  üç sırasının özellikle kentin esnaf ve bekar memurlarına ayrılırdı, arka sıralar ise, özellikle kadınlara çaka satmak için özenle giyinip, saçlarını biryantinle tarayıp, söğüt ağaçlarının arkasında, tekel bayii Çavuş'dan aldıkları Güzel Marmara şarabını içtikten sonra laf atma cesaretini bulan kentin birtakım genç serserileriyle tıklım tıklım dolardı...
Uzaklardan yansıyan bir motör sesiyle uyandım, tüm yaşantımda hep kedi gibi uyudum; bu kez bir araba bulmak bir ölüm kalım sorunu olmuştu; -..ne yaparım burada, bir gece düşerse kapkaranlık.. ! Acele resim kartonumu ve çantamı toparlayıp, koşarak yola çıktım. Biraz uzakta siyah bir araç bana doğru geliyordu, güzel gideceğim yön, sevindim! Belgrad'da gördüğüm resmi araçlar misali siyah renkli bir Moskvitch nedense zigzaglar çizerek yaklaştı, ben otostop işaretleri yaparak kenara çekildim. Önümden hızla geçen araç, 10 metre sonra ani bir fren yaparak durdu, sevinerek koşmaya başladım Yaklaştığımda arka kapıdan resmi giyinmiş bir adam, çeketini çıkartmaya çalışarak yol kenarına koştu ve kusmaya başladı. Biraz sonra şöför de çıktı, bakıştık, ben başımla selamladım. Belli ki biraz aşağıda bir çeşmenin olduğunu biliyorlardı, şöför adamın çeketini aldı kolundan tutarak indiler. Su iyi gelmişti, serinledikden sonra arabaya doğru çıktılar. Adam ceketini giydi, üstünü başını düzeltti, bir tarak çıkartıp saçını tararken beni gördü, şöförle bir şey konuştular. Ben de hafif gülümsiyerek saygıyla başımı eydim, şöför arabayı gösterdi, öne çekinerek oturdum. Evet resmi bir arabaydı, bilmiyorum belki belediye reisi, parti sorumlusu, müdür diye düşündüm. Arabanın içindeki koku yabancı değildi; erik rakısı; bir kaç kez arabasına bindiğim iyi insanların sunduğu içki! Şöföre bir şeyler söyledi, şöförde yine sırpcadan tercüme eder gibi, nereden gelip nereye gidiyorsun diye sordu. Soruyu bildiğim için hiç çekinmeden kendimi göstererek - Slikar-ressam  dedim ve uzağı göstererek  Pariz  diye ekledim. Biliyorum ki merak burada bitmiyordu; arkayı gösterek İstanbul dedim, nedense sevindiler, sanatçı olmak her zaman kurtarıyordu. Şöföre tekrar bir şeyler anlattı, şöförde yine bildiğim bazı sözcüklerle: praznik-ulusal bayram,  folklorni narodna musica/ folklor müziği ve dansı ve yeme içmeyi taklit ederek ileriyi gösterdi. Başımla teşekkür ettim, içimden sevindim birden; dediği doğruysa bu günü de kurtarmıştık.
Bir saati geçti yolumuz, söfor arkaya dönerek  amirini uyardı, galiba yaklaşıyorduk bana anlattığı şenliğe. Uzakta görünen evler kanımca büyük bir kasaba'ya gelmiştik; arkadan şefin verdiği emirlerin ciddiğinden yaklaştığımızı anladım.
Daha kasabaya girmeden arabamızı görenlerin saygı duruşuna geçmeleri beni şaşırttı ve korkuttu, içimden -yanlışlıkla Tito'nun arabasına binmiş olmayayım, olacak iş değil, anlatsam kimse inanmaz , kürt Necati'lik bir hikaye bu.
Kasaba meydanına yaklaşırken alkışlar ve gürültü beni iyice sindirdi, gözükmemeğe çalışıyorum, arkadaki -belki Tito- onlara yanıt veriyor, şöför de ciddileşti!
Meydana vardığımızda ortalık daha da karıştı; pankarlar ve bayraklar, alkışlarla resmi bir binanın önünde durduğumuzda şöför inerek arka kapıyı açtı. Aynı anda binanın ön cephesinde asılı büyük Tito fotoğrafını görünce rahatladım; bizimki demek Tito değilmiş ama önemli bir adam, kim acaba?
Şöför tekrar bindi, arabayı bir yere çekecek, adam ezmemeğe çalışarak geriliyoruz; bizim adam da kalabalağın ön sırasındakilerin ellerini sıkıyor.
Binanın arkasına giderken şöföre tarzanca patronunun kim olduğunu sordum:binayı göstererek- "comminist partija" dedi. Ha şimdi anlaşıldı; partinin bir bayramındayız, bizimki de kentten gelip tüm ilçe parti merkezlerindeki bu kutlamayı yönetiyor!
Şöför beni daha dışardakilere açılmamış büyük bir salona götürdü, dışa bakan pencerelerin önünde uzun bir büfe kurulmuştu, garsonlara beni göstererek bir şeyler söyledi, hemen beni buyur ettiler ve büfeye yaklaştım. Şöfor garsonun getirdiği içki bardağını bana verdi; erik rakısı daha bardağı almadan kendine özgü kokusuyla beni selamladı. Şoför bardağını kaldırıp Pariz dedi, ben de Pariz diye yanıtladım ve bardağı diktim ve alkol bir asit gibi gırtlağımı delerek aşağıya indiğinde, iki gündür boş midem şaşkınlıkla yanarak "rakıja" yı selamladı. Garsonlar merakla bakıyorlardı; kim olabilir?  Başkanla geldiğine göre önemli bir kominist ama tipi hiç uymuyor; daha neler göreceğiz gibi sorular sorarak tekrar rakija koydular bardağıma. Şoför de bana bir sosis getirdi "piyeskavitsa", masayı göstererek slivovitsa-börek dedi. Yemeye başladım ama demek ki daha çok alkolü özlemişşim Pariz'den sonra Tito için tokuşturduk. Dışarıdan müzik sesleri gelmeye başladı yine şoför "folklorni" dedi, başımla çok güzel diye yanıtladım. Bir yandan girişte bıraktığım resim kartonu ve sırt çantama bakıyorum, kalabalık gelirse unutmayayım diye.
Alkol gerekeni yapmıştı, birden nerede olduğumu saptayamadım; nasıl olmuş da buraya gelmiştim, boşluktayım. Eşyalarımı aldım, kapı açılırsa büfeye hücum olacaktı. Bu şaşkınlıkta şoför geldi, yanında genç bir adamla, beni tanıştırdı- Slikar, Pariz! Elini sıktım adamın. Şoför arka çıkışı gösterek direksiyon kullanma pandomimiyle adamın beni götüreceğini muştaladı ve birden sevindim. Biz arka kapıdan çıkarken, ön kapı açıldı, parti başkanı ve önemli kişiler salona doğru yürürken, arkadaki kalabalık büfeye saldırmak için mecburen kendilerini frenlemişti ama fazla uzun sürmedi, saldırıda az kalsın kapıları kıracaklardı, biz acele çıktık.
Şoföre teşekkür ettim, iki eliyle dua eder gibi Pariz dedi, ben de Pariz diye tekrarladım, genç adam da bu duygusal vedalaşmaya hayranlıkla bakıyordu, uzaktan şoför el salladı. Kasabanın benzin istasyonunun önündeki kamyona yürüdük.
Kimse yoktu ortalıkta, bayıldığım bir düzen, bir ülkenin dinginliği, partinin bayramı olmasa kasabada da kimse olmayacaktı. Genç şöföre kamyonun rus malı olup olmadığını sordum; - Zastava dedi, ne yazık konuyu derinleştiremedik, dil önemli bir sorun olmaya başlamıştı."Sirilik" alfabe bilmiyorsanız yandınız! Daha sonra öğrendiğime göre Serb'lerin sirilik alfabesi de ötekilerinden değişikmiş. Yol panolarına artık bakmıyorum, anlamadığıma göre!
Bir saat ovanın yaz sıcağından kavrulmuş peyzajında yol aldık, soför eliyle bir yönü gösteriyordu -Novi Sad dedi, sırt çantamdan Avrupa haritasını çıkardım ve bu kenti buldum. Bir süre sonra çiş molası verdik, iyi geldi, az kalsın "rakija" beni uyutacaktı, yine fazla ayık değilim.
Saatime baktım, akşama yaklaşıyoruz; ne yapacağımı, nereye gittiğimizi bilmediğim için aynı hüzün içime çöktü, geriye dönmek için de hiç bir gücüm kalmamıştı, Novi Sad da beni bırakacak galiba. Nasıl olsa artık ana yoldayız, başımın çaresine bakarım yarın.
İleride küçük bir nehirin kıysındaki köye gözüm takıldı, sanki Flaman resminden çıkmış bir görüntüsü vardı. Şoför benim ilgilendiğimi görünce, parmağıyla köyü gösterdi - slikar dedi. Benim içimden geçeni nasıl okumuştu, şaşırdım - Bruegel diye yanıtladım, o da şaşırdı, başıyla hayır dedi.
Ona Flaman peyzajını nasıl anlatayım derken, bana - İgor Zuriç, slikar diye israr etti. Tanımadığımı söyledim; bu köyde bir ressam; anlamadım!
Bir süre sonra ana yoldan çıktık, küçük bir yoldan o köye doğru gidiyoruz; parmağımla gösterek  -slikar dedim, başıyla yanıtladı.
Köy sanki ortaçağ'dan kalmıştı, biraz kıvrıldıktan sonra, nehri öbür kıyısına, sazlıkların ötesindeki bir köy evine geldik. İndik kamyondan, kimse yok, eve yöneldik, kapı açık, bahçedeki kazlar da bizi takip ediyorlardı; merak bu ya!
Mısır tarlasında elinde orakla bir adam çıktı, hasır şapkalı, şoforü bağırarak selamladı, kucaklaştılar, beni gösterek- slikar, Turco dedi. Adam çok sevindi, kendini gösterek - slikar dedi, elini sıktım. Eve girdik.
Biraz loş ama gözün alıştığında yine eski resmin "interieur" görüntüsünü yadsımıyor bu büyük oda, İgor Zuriç bize rakija çıkartırken, camın yanındaki masanın üstünde boya tüpleri, bir kavonozun içinde fırçalar vardı; duvara dayanmıış "planche" ın üstüne  raptiyeyle tuttulmuş bir tuvali de o loşlukta sezdim. Şaşırdım, bakmak için İgor'a - ilginç jesti yaptım, yanıma bir bardak rakıyla geldi ve  beni şoföre gösterek - na vase zdlavja dedi ve bardakları diktiler, ben de içtim ama rakija bir asit gibi midemi tekrar selamladı, yeniden bardakları dolduruyordu, acale bitirip bardağımı uzattım.
Zuriç eliyle sonra bakarız dedi, şoförle sağı solu gösterek bir şeyler konuştular, soför yanıma geldi, saatini gösterip geciktiğini anlattı ve bana da Zuriç'i gösterek burada kalmamı ve uyumamı, yarın da otostop'a, ana yolu gösterek yola yani Prag'a doğru devam edebileceğini anlattı. Anladığım kadar Zuriç yalnız yaşıyordu.
Sevindim, bana gösterdikleri bu dostluk şaşırtıcıydı, adres defterimi çıkardım, ismini yazdı, adresi de Zuriç'in adresi olduğunu anlattı. Andrej'le vedalaştık, evin önüne çıktığımızda bir köpek havlayarak yanımıza geldi, kamyonun çevresini sarmış kazlar merakla bize baktılar. Rakija'nın verdiği esrik bir duyarlılıkla akşamın düşüşünü ve şu anda içinde olduğum atmosferi yıllar sonra unutmadım.
Zuriç'le kazları bahçenin yanında darabayla çevrilmiş bir bölüme kapattık, köpek bize yardım etti sonra kapının yanındaki kütüklerin üstüne oturduk, güneşin batışını seyrederken, Züriç gökteki renk albenisini eliyle gösterek anlatıyor; bir başka dil konuşuyoruz, anlıyorum.
Hava daha da kararmıştı, içeriye girdik, pompalı bir gaz lambası mekanı daha da mistik, gizemsi bir dekora soktu. Boyaları gösterdim; - ruski, rus malı boyalarmış, duvara dayalı resimi gösterdimde, bana yakındaki kentten birinin bu malzemeleri getirdiğini ve de yaptığı resimleri de satın aldığını anlattı, bir gözü bir kenara bıraktığım benim resim kartonundaydı, çıkardım gösterdim desen ve gravürlerimi.
Dikkatle bakıyor, detayları inceliyor, kendi kendine konuşuyordu. Uyandırmak için Parizi dedim, parmağımla uzağı gösterek, kafasını sallıyarak gitti, bir rüloyla döndü.
Açtığı ruloda bitmiş bir resim vardı, ilk kez Zuriç'in bitmiş bir resmini görüyordum; bir peyzaj ya da tarla: kadın erkek köylüler, hayvanlar, günebakan çiçekleri, kenarda bir papağan ve dekorda mavi dağlar, ötede bir ziggurat!
Tüm motif ve figürler yöresel, anladım ama zigurrat ve papağanı anlamamıştım, hayal de olsa biraz absürt! Gösterdim tek tek, - naif slika dedi. Tekrar gitti, elinde bir takvimle döndü; ocak, şubat  mart ay'ının sayfasında bu resimde kullandığı zigurrat'ın 18 yüzyılda yapılmış bir gravürü vardı. Etki kaynağını bulmuştum, içinde değişik illüstrasyonların olduğu bir takvimdi, 1963 yılını içeren!
Yogoslav naif resim ekolünü gerçekten duymamıştım, belki kulağıma çalınmıştı ama önemsemiştim. Raftan bir defter çıkarttı, içindekileri anlamam olanaksızdı ama galiba sattığı resimlerin bir dökümüydü. Resmi gösrerek Parizi dedim, kafasını salladı, umutsuzluğunu anlatmak istedi, başıyla masanın üstündeki bir fotoğrafı gösterdi, eskimiş bir fotoğraf; Zuliç ve eşi genç; sarışın güzel bir kadın, yokluğu tüm mekanı sarmış, hüzün yavaşca geceye dönmüştü, sustum.
Ekmek ve peynir getirdi, tekrar rakija koydu, tekrar şerefe kaldırdık, Pariza dedi.

O gece hep belleğimde kaldı, Paris'e vardığımda gelerileri gezerken Place Vosge'da Naif ressamları sergileyen bir galeri gördüm, Zuliç'i aradım. Bulamadım ama yolumun üstünde gezdiğim her müzeden Ziggurat'ı resimleyen ünlü ressamların kartpostallarını ona yolladım. Son kez, Paris'den ayrılmadan yolladığım kartpostal ona başka bir gönderiydi;

































































Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM