FOTOĞRAF



Enstitünün resim bölümü sınavında model, figür olarak bitişikteki alaydan gönderilen bir askerdi, elinde silahla poz verdi; natürmort’a gelince bu kez askerin eline silah yerine bir çiçek buketi iliştirmişlerdi. 12 eylül dönemi, aylardan nisan, Göztepe kampüsü.
Burası Göztepe Sosyal Hastahanesinin yanında, eski yıllarda  Sultan dördüncü  Murat’ın av sahası, doğa olarak o yıllar daha kentleşmemiş, daha ötelere hayalinizi iletirseniz tepelerin yamacında minyatüre özgü bir doğa coşkunluğu, kendini nemene yapılmış boş büyük hangarlara, beton binalara bırakır.12 eylülde Trakya’dan Kırkbeşinci Piyade Alayı bu boş binalara yerleştirilmişti.Eski Eğitim Enstitü'sünün yerinde bir basket sahası, yemekhane’ den geçip okulun atölyelerine gelirsiniz.
Enstitü'nün resim bölümünü iyi bir dereceyle başarmıştı; şimdi yaşama zorunlulukları; para sorunları, eğitimin gerektirdiği malzemeyi edinmek, en ucuzundan kantinde yemek içmek, yolsuzluğunu fazla dışa göstermeden kotarmak gerekiyordu.
Fotoğraf öğretmeni Ali Candaş onu tekrar uyardı: çektiği fotoğrafları, karanlık odada basmak, kısacası labo ödevi.
Ahmet bir tek sen kaldın ödevi getirmeyen!
Hocam benim makinem yok, ötekilerden de isteyemedim!
Ne yaparsan yap, tekrar ara, iyi bir arkadaşın yok mu ödünç verecek, yarım saat?
Hemen hocam!
Kendine yakınlık gösteren arkadaşı Gülay’dan alıyor makinayı; Lubidel-166 Rus malı, ucuz ve 6x6 kare çeken, vizörü üstte, bu nedenle kullanışı biraz zor. Kendine güveniyordu fotoğraf konusunda; ortaokul ve liseyi yatılı olarak okumak için Kastamonu’ya gittiğinde, yaşamak için, kentin fotoğrafcısı “ Foto Rekor “ a küçük makinasıyla lisede çektiği negativleri götürüp, orada basarak, bir kaç kuruş kazanıyordu. Fotoğrafcı bekar, kedisini seven suskun bir adamdı. Labo’dan parmakları kırmızıydı, bunu bilmiyenler çok sigara içtiği kanısına varırlar. O yıllar bu uzak kentlerde bekar olmak bir merak konusu olur, pek iyi bakılmazdı yalnız yaşıyanlara; çaktırmadan Ermeni olduğu da konuşulurdu,
Makinayı alıp arka alandaki metruk doğaya yürüdü, biraz ilerde dördüncü Murat’ın yıkık köşkünün eski tuğlaları, eski ahşap doğramalar nasıl olurda böyle terkedilirdi! Neyse o kadar güzel bir sabahdı ki buna kafayı takmadan, çiçeklere, arılara, güneşle devinen bu şenliğin fotoğrafını çekmek için yaklaşırken, aniden havalan kuşları havada yakalayabilmek için göğe çevirdiği objektif ne gördü bilinmez! Birinci bobin bitti, acele ikincisini takıp laboya koşacaktı, amacı şaşırtmaktı ötekileri.
Bobini takarken birden farkına vardı, bir subay, iki asker ona doğru geliyorlardı, irkildi. Askerler arkada durdular, binbaşı yaklaşıp makinayı elinden aldı, evirip çevirirken makinanın markasına
bakarken; yüzünden bir mutluluk gelip geçti,
- Gözünü bağlayıp, atın içeri!
İki asker girdi kollarına,
Gel hemşerim!
O ileride terkedilmiş gibi duran gri, beton binalara doğru yürüdüklerini sezdi, sola döndüler, bir süre sonra durdular, binbaşı:
Tamam, size teslim; alın makinayı; düşündüğüm gibi..
Sivil polisdi galiba bu adamlar:
-..buraya gel lan!
görmediği için bir iki adım attı, mengene gibi bir el ensesinden tuttu, biraz yürüdüler;
..ey başını, ey ey !
Bir merdivenden indiler, kapı gıcırtısı ve bir başka bir ses:
Gel bakayım , gel gel..
Kafasına bir silah dayandı, delecek gibi acımasız!
Bandı açarsan ölürsün..
Baçaklarını çelip yıkmaya çalıştılar, önce direndi, on yedi yaşının gücüyle itişmeye başladı, düşmemek için,
- ..anasını ne yaptığımın çocuğu, yıkıl lan!
kafasına inen kum torbasıyla yere düştü, bir iki tekme yiyince ağlamaya başladı,
Falakadan sonra konuşursun orospu çoçuğu..
Falakayı geçirdiler ayaklarına,
Abi niye vuruyorsunuz, ben bir şey yapmadım!
Fatsa’lı değil misin ulan?
Abi ben orada okumadım, Kastamonu’da okudum, yatılı okulda..
Yarım saat kadar dövdüler, sonra falakayı çıkarıp, kaldırdılar; yere su döküp tepindirdiler, şişmesin diye ayaklarını, düşmesin diye kollarından tutuyorlardı.
Bilemedin kırkbeş dakika geçmişti; bahçedeki kelebeklerden ayrılalı, böyle bir değişim nasıl olur, düş bile bunu beceremez! Fatsalı olduğunu nasıl öğrenmişlerdi bu kısa sürede, ne zaman araştırdılar? Yüzde yüz birisi onu espiyonladı. Üzüldü, Gülay’ın makinesi de gitti bu arada!
Gözü bağlı kollarına girip odadan çıkarttılar, kapı gıcırdıyarak kapandı, yürüdüler, daha sonra öğrendiğinde; “ başını ey “ aslında bir taktik, yanıltmak için söyleniyormuş. Belki bu kez bir koğuşa bırakırlar, belki bir yatak ya da ranza; uzanıp hesabını yapmak şu yaşadığının! Tekrar bir mekana girdiler, sesler geldi kulağına, aksıran tıksıran, kapı kapandı. Ortada durdu gözleri bağlı.
Orospu çocukları seni fena dövmüşler!
Sonuçta hapishaneye geldiğini sandı, acısını paylaşacak, kendini anlayan birileri olabilir! Birden
içinden dayılık etmek geldi:
Bize birşey olmaz, bir şey söylemedim!
Birden kafasına inen yumruk, tekmeler, kollarından tutarak yere düşürmeden dövüyorlardı;
… anasını sikt. evladı, orospu çocuğu, demek konuşmadın, daha önünde doksan gün var, bülbül gibi öteceksin. Gözünü açarsan bitiririz seni!
Soydular, belki intihar eder diye kayışı, gömleği, pantalonu, ayakkabıları aldılar don ve atletle kaldı.
Buraya uzanacaksın, şu kartonun üstüne!
Fikirtepe’de Mit’in işkence merkezinde olduğunu bilmiyordu, tüm siyasi tutuklular buradan geçiyordu; öyle ki hergün dolup taşıyordu bu devasa koğuşlar; çıplak beton üstüne istif edilen tutuklular, sürekli işkence ve dayak, hakaret, aşağlama, tecavüz, sanki bir ceza sömürgesinde, nemene bir ülkenin zindanlarında olabilecek engizisyonun bize özgü uygulanışı.
Kimse gelip nedenini sormadı, bu onyedi yaşındaki genç öğrencinin kahrını. Betona uzandı, sessizce, acı kendini yeniledi. Yavaş yavaş öteki sesler sanki uzaklaştı, belleği Fatsa'ya’e doğru süzüldü:
Babası köyün imamıydı. O yıllar din istismar edilmezdi, genellikle gönüllü çalışırlardı imamlar, caminin dışında kendi uğraşıları; tarlada, ormanda, fındık bahçelerinde çalışmak,onları bu mistik ayrıcalıktan uzaklaştırırdı. Yedi kardeşdiler; üç kız, dört erkek, yatalak büyük anne, büyük baba, elektrik olmadığı için, sürekli ocağın başında bir anne, cami dahil tüm aileyi yöneten baba; yıllar önce komşusunun korudaki kendi ağaçlarını kesmesi nedeniyle çıkan kavgada, komşunun baltası, başını az kalsın ikiye bölüyordu; sağ gözünü yitirdiği bu kazadan sonra yaşaması bir mucizeydi. Başından fört sapkasını hiç çıkartmazdı bu nedenle. İşte o yıllar olmadık güçlüklerle okutulan yedi çocuk evin devinimine, tarlada, fındıkta , mısırda çalışarak katkıda bulunuyorlardı. Anne ise çocukları okutabilmek için fındık hasadından önce tefeciden borç para almak için, yağmur çamur içinde kapısında beklerdi, böyle yıllar geçti. Evin deviminine katkıda bulunmanın karşılığı, babanın aldığı “İnce Mehmet” romanı her akşam yemekten sonra, büyük abi tarafından yirmi sayfa okunuyordu. Gaz lambasında, abinin çevresinde yere çöküp, İnce Mehmet’i düşlüyorlardı ve gelecek okuma yarın akşam olacaktı; tarlada iyi çalışmak şartıyla!

Bu gözaltıda sürekli gelenlerle ancak kıvrılıp uyuyacak bir alan bile az gelmeye başlamıştı. Konuşmak yasaktı, her iki saatte bir değişen nöbetci iki asker, tuvalet sorununu yüklenmek istemiyorlardı; üç bakımsız tuvalet gerekeni karşılamaktan öte biraz hava almak için düşleniyordu, genellikle sidik kokusu da bir başka sorundu.
Sen Fatsa’lı mısın hemşerim?
Zorla başını çevirdi, nöbetci asker gülerek:
Hemşeriyiz desene, bana “..Ordunun dereleri” ni söyle!
Bak hemşerim, halimi görüyorsun; benim türkü söyliyecek….
Söylersin, yoksa kenefi unut!
Mecburdu, ağlamaklı bir sesle ezgiye başladı: …Ordu’nun dereleri…
Asker sözünü tuttu, kalkmasına yardım etti, ayaklarını sürüyerek çıktılar. Tuvalet bölümü öbür koridorun ucundaydı, yaklaşınca koku dayanılmaz oldu; asker birinci kapıyı gösterip, “ üç dakika “ dedi. Burnunu kapatıp, çişini yapmak istedi, yapamadı, gözündeki bağı kaldırdı, ne olursa olsun!Gözü ışığa alıştığında, pencereden öte ufak bir havalandırma deliğinden, duvarda biten bir incir ağacının yapraklarına dokunan güneşi gördüğünde, nedense içinde tekrar bir umut belirdi.

Bu gözaltında tutuklulara yemek verilmezdi. Parası olan, bunu yöneten hademelere para verip kantinden ısmarlıyordu, olmayana, ölmesin diye üç günde bir güya sandiviçe benzeyen kuru bir ekmek dilimi veriyorlardı. Altıncı gün ondan ses çıkmayınca, görevli yönetime bildiriyor:
Ulan senin paran yok mu?
Yok beyfendi!
 Gelip gideninde mi yok?
 Hayır.
Kafasından para isteyecek kişiler geçmeye başlamıştı: Besim…boş zamanlarında şöförlük yapan; hani bir kaç kaldığı yurtta yardım eden, ablasının tanıdığı! Olmaz ablası duyarsa…
Ben yandaki okulda okuyorum, belki okulun müdürü yardım eder.
Onbeş gün sonra iki resmi polis gelip gözlerini açtılar, elleri bağlı: - yürü hemşerim!
Beş dakika yürürüp okulun kantinine girdiklerinde, ders arasında herkes oradaydı; bu şaşırtıcı görünüm onlara önce bir şok geçirtti, sonra toparlanıp  polislerin engellemesini dinlemeyip omuzlarına aldılar. Sonra zorla derdini anlattı: dayanabilmesi için ödünç para gerekiyordu; alevi kız arkadaşı Mübin,
Müdürden falan isteme, bu adamlar korkarlarlar; Polisler biraz beklerse ben bulurum!
Oğlum sana n’oldu, bu ne perişanlık?
Müdür yardımcısı Mustafa bey çok şaşırdı bu perişanlığa, polislere dönüp:
- ..bırakın çocuğu, ben kefilim, gitsin bir çay içsin, birşeyler yesin, yazık değil mi?
Polisler zorla razı oldu, yarım saat. Kantinde herkes bir şey soruyordu! Mübin geldi; elinde otuzüç bin lira ( 33 YTL. ), nereden bulduğunu soracak oldu, kız :
sen sus, tamam!
Polisler tekrar kelepçeyi takıyorlar, gözleri bağlı, bu kez parayla dönüyorlar. daha sonra öğrendiğinde: polisler okula gelip bir soruşturma yapmışlar ve gözaltında olmasının nedenini de Fatsa’lı olması ve Rus malı Lübidel fotoğraf makinasıyla alayın cephaneliğinin fotoğrafını çekmesi - Mit’in işkence merkezinden söz edilmiyor! -  Rus casusu olma şüphesiyle göz altında tutulduğunu müdüre bildiriyorlar.
Okuldan döndükten sonra işkenceyi kestiler ama göz altı sürüyordu aynı şartlarda: hesabına göre otuz gün olmuştu buraya gireli. Kaldığı büyük koğuş, işkence sonrası getirilenlerin inleme, haykırma, kan revan, dayanılmaz kokularıyla inanılmaz bir kaos oluşmuştu; kendi acısını unutup ötekilerinkini çekerken, üstünde yaşadığı bir metre kare beton onun ülkesi olmuştu. Konuşmak ve buranın ne olduğu ve nerede olduğunu düşünmek bile yasaktı.
Bu arada bir dosya oluşturmuşlardı, bir sabah iki polis girdiler koluna, yine aynı yollardan, metruk binaya geldiler. Orada başka polislere teslim ettiler, bir minibüse tıkıldı yine gözleri bağlı, elleri kelepçeli. Bir süre yol aldıktan sonra konuşmalarından Boğaz Köprüsüne geldiklerini anladı. Bir süre sonra yanındaki polis bir dirsek atarak,
Gözünün bağını indir, ulan bana bakma manzaraya bak!
Masmavi bir gün, daha mavi bir boğaz!  Herşeye rağmen yaşamak gerekiyordu, anımsadı! Minibüs Eminönü Polis merkezi birinci şubenin önünde durdu. Hırsızlık şubesinin önüne geldiklerinde birden korktu, neyse onun yanında Birinci Şube Siyasi’nin Tescil bölümünde fotoğrafları çekildi: önden, sağ, sol profil. Resim bölümünde okuduğu, parmak izleri ve yine aynı polislerle geriye dönüş. İkinci şube ise Gayrettepe'ydi
Bu kez minibüs Fikirtepe Karakolunun önünde durdu, çıktılar. Küçük bir bahçe içindeki köşk, mahalle karakoluna dönüştürülmüştü, üç basamak merdiven içeriye girdiler; koridor, solda komiserin odası, ortada sağda “ nezaret “ küçük bir oda, iki kişi zorla girer, demir parmaklıklı. Komiserin odasında duvara asılı yağlı kayış gözüne çarptı. Komiser dosyayı aldı, polislerin ortasında, bir aydır aynı gömlek ve pantolanla yaşamaya çalışan, perişan genç çocuğa baktı,
..Vay puşt oğlu puşt …atın içeri!
Nezaret, kusmuk ve sidik kokusundan öte belki yaşantısında bir daha göremiyeceği pis bir sandalyeyi içeriyordu, ayakta duracaktı.
Akşama doğru gelen giden azaldı, o günlerde kentleşmemişti bu bölgeler, doğa direniyordu ama ne kadar? Herkes gittikten sonra gece bekçisi görevi aldı. Orta yaşlı iyi bir adama benziyordu, yanına geldi,
Sen çok perişansın kardeşim, ne yaptılar sana?…kapıyı açtı: - ..gel şu bankta yat, sabaha kadar.
Şikayetcilerin oturduğu kırmızı boyalı Akbank yazıyordu sırtında,
- Kaçma sakın ..vururum yoksa!
Banka uzandı, belleği sürekli aynı fenomenleri irdelemekten yorulmuştu; yıpranmıştı daha doğrusu, uykuya doğru kayarken kendine soruyordu: “ kimin ahı tutmuştu? “ onu bu  kuyuya iten kader mi? Çabalıyordu, tutunmak olanaksız! Çocukluğuna doğru geriye saymaya başladı, evet kuşlardı bunu yapan, onların ahı tuttu. Önceleri, hasattan sonra elekle avlardı zavallı kuşları, ökse’yle; bir deyneğe bağlı ip, çektin mi elek düşer, içinde kuşlar! On yaşındaydı iki arkadaşıyla kasabaya indiler, Balık alıp köye , bağdaki ev döneceklerdi, kimse yoktu evde; balıkları kızartıp yedikten sonra, gece lambayla bıldırcın toplıyacaklardı. Gri, sıcak bir hava; Lodoş bu kuşları Karadeniz kıyılarına zar zor getirir. Ukrayna’da hasat sonrası iyice beslenen bıldırcınlar, kendilerini göçe atarlar, güneye ama yol uzundur, dayanabilen karayı gördüğünde kendini bırakır, bahçelere, kırlara bıldırcın yağar. Kıyı halkı elinde torbalarla toplar bu kuşları. Terden sırıl sıklam, yüreği küt küt atan zavallı kuşun kafasını koparıp, torbalara doldururlar, kuşluk vakti diyebiliriz evlerine döndüklerinde. Sanki büyük bir avdan eli dolu dönmenin gururuyla!
Balıkla eve döndüklerinde hava kararmıştı, lüxsü yakıp birisi balıkları temizliyecekti, öteki ateşi yakacaktı, kendisi? Kendinde bir elebaşılık seziyordu bu akşam, yönettiğini hissediyordu ve de gece daha başlamamıştı. Öğretmen abisi altı ay önce faşistler tarafından bir otobüste öldürülmüştü Çorum'da niçin, bilinmiyordu, kim vurduya gitti, ölüm çok ucuzdu o yıllar!
Karadeniz’de herkesin bir silahı vardır, parası olmayan kendi silahını yapar iyi kötü, bu nedenle kendini vuran da çoktur. Şimdiye dek yasaktı dokunmak o silaha; kalktı  yastığın altına sakladığı abisinin tabancasını aldı, artık onundu bu silah, oturdu, kontrol edecekti; tabanca temiz mi?
Şarjörü çıkarttı, tekrar yerine koydu, tekrar….silah patladığında sanki yıldırım düşmüştü eve, öyle bir gümleme oldu ki “terek” deki tabaklar lüxs lambasının üstüne düştü, kapkaranlık, gözgözü görmüyor. Öyle bir panik ki, korkuyla bağırdı,
..Ekrem lambayı yak..
Elindeki tabancanın farkına vardığında atacağı yerde bu kez tekrar tetiğe bastı ve bu kez yer gök inledi. Balık temizleyen çocuk ağlıyordu; “ Onay beni vurdun! “, kibriti arıyor bulamıyor, çakmak yanmıyor, bu kez sol elinin serçe parmağı ve başparmak kopmuştu, deri tutmasa.
Fatsa hastahanesine onları götüren  komşunun arabası olmasaydı kader tersine dönecekti. Kurşun kalbinin biraz üstünden geçmişti çocuğun; ne yazık felç oldu vucudunun bu bölümü, daha sonra başka bir nedenle öldü. Onun parmaklarını kurtardılar ama tinsel yara hiç iyileşmedi!
Sabah bekçi gelip uyardığında, otuz gündür ilk kez uyumuştu bu kadar güzel. Tekrar nezarete soktular, bütün gün gelen giden kafesdeki bir hayvana gösterilen acımayla ona bakıyorlardı,
Zavalıya bakın; oğlum ne yaptın buralara düşecek kadar?
Ağlamaya başladı, toparlıyamıyordu ne yaptığının, ne olacağının! İkinci gece’yi de Akbank bankında yatarak geçirdi. Yine geldiler, bu kez Gayrettepe Siyasi Şubeye götürüldü, bir mahzene tıktılar, gözü açık. Bütün gece alttan sesler geldi, dayanılmaz, bilmiyordu ne yapıyorladı? kum torbası , falaka filan değil, acıya dönük ne varsa elektro şok, ateş ne bileyim kerpeten, cop; asıl işkence merkezi burasıydı, gözü kapıda, korkuyla bekledi! Bu kez dokunmadılar, belki gözdağı vermek istemişlerdi. tekrar alıp karakola getirdiler; bekçi onu tanıyordu artık. Ertesi gün iki polis kamyonetle gelip Selimiye kışlasına, askerlere teslim etti, elleri bağlı olarak, askeri mahkemeye çıkacaktı, dosyalarda teslim edildi! Tuğla duvar otuz metreye yedi metrelik tonoz kuppeli bir yere tıktılar. İçeride kırk ya da elli kişi bekliyordu, bir çavuş elinde listeyle gelip sırasıyla tutukluları çağırıyor; giden bir daha geri dönmüyordu! Bu kadar adamın içinde yüzleri karanlık üç kişiyle göz göze geldi, yere çömelmişlerdi, ellerinde mühürlü plastik torbalarda suç aletleri vardı. Adi suç işleyenler ellerinde delilleriyle çıkarılıyordu savcının önüne. Niçin kötü bakıyorlardı kendisine, anlıyamadı, sırası geldiğinde asker onu tuvalete götürdü. Kabinin boşalmasını beklerken, gözü yerlerde sürünen gazetelerden birindeki fotoğrafa ilişti; şaşırdı biraz önce ona kötü bakan üç tutuklunun fotoğrafı, birinci sayfada, üç ülkücü dokuz kişinin ölümüyle suçlandırılmışlardı, 28 nisan tarihli yani bir ay önce. Koğuşa döndüğünde bu adamlara iyice baktı; yanılamazdı onlardı gazetedeki yüzler. Listede ismini daha çok nereli olduğunu görmüşlerdi,
Fatsa; sağcılar bu kentten nefret ederlerdi. Bu kent bir direniş göstermişti, Belediye Reisi Fikri Sönmez, “katılımcı Demokrasi” sloganıyla önemli eylemler yapmıştı; doğayı kurtarmak, kültür festivalleri yapmak, sosyal eylemler, daha neler! Başbakan Süleyman Demirel ülkesi “Kabakistan” da böyle sosyalist bir yönetim olamaz diyerek, orduyu “Nokta Operasyonu” koduyla Fatsa’ya gönderip, karşı çıkanları dağlardan toplayıp, 852 kişiyi devletin Balık Kurumunun soğuk hava depolarına tıkmıştı. Sonunda: - “ Fatsa’ya devleti getirdik” dedi ama 12 eylülde kendisi de gitti.

Bu dağa çıkanlara katılarak  bir süre eylemin içinde oldu ama kimse o yaşta devlete kafa tutamazdı, annesinin çabalarıyla Ünye’den otobüse binerek Ankara’ya abisinin yanına geliyor.

Belki gördüğü bir sanrıydı; bu üç ülkücü karanlık adam yavaş yavaş gelip yanına çömeldiler, bakışları bir hesaplaşmayı içeriyordu, kafasından “ ne yapsam, bağırsam, askerleri çağırsam “ derken çavuş geldi, elinde dosyayla, çıktılar. Seni Fikirtepe’ye gönderiyoruz, serbestsin! Koramiral Zahit Atakan kuzey deniz saha kumandanı, İstanbul Sıkı Yönetim vekili, imzalı; “..yasalarda suç unsuru, görünürde bulunamadı..sanığın salıverilmesi vs. “ , kapının önüne çıktılar, dosyasını verip polise teslim ettiler. Polis: - “..bu gizli dosya bakılmaz lan “ dedi. Dönüşte dosya elini yakıyordu, çaktırmadan şöyle baktı, polis oralı değildi, biraz daha açtı. Şaşırdı, çektiği filmler basılmıştı; boktan gri, fotoğraflar; hiç net yok, bir şey görünmüyor, kendine mi acısın bu enayi fotoğraf makinasına mı! İyi ki hocası görmemişti, askeri benzin deposuna geldiklerinde, -  “..tamam serbestsin “ dedi polis eline bir kağıt verdi, emanetlerini teslim etti; kalan parası vs.
.- Hani karakola götürecektiniz beni?
-  Seni korkutmak için söyledi çavuş!
Önce minibüsle Üsküdar’a geldi, vapura binip Beşiktaş’a oradan Gümüşsuyu’ndaki kaldığı öğrenci yurduna geldi, on metrelik yokuşu zorla çıktı, nefes nefese, içeriye girdiğinde arkadaşları tanıyamadı onu; böyle bir perişanlık olamazdı, yatağına götürdüler, nefes alamıyordu! Çocuklar ne yapacaklarını şaşırdılar, sürünerek odanın karşısındaki tuvalelete gitmek istedi, yardım ettiler ve ilk kez aynada kendini gördü! Öksürmek istedi, birden kan fışkırdı ağzından, kan kusuyordu, büyük bir panik oldu, ambülans çağırdıllar. Yurdun önüne indirdiler, ambülans bir türlü gelmiyordu, kendini kaybetti; ölmüştü, kendine sakladığı tüm imajlar hızla geriye sardı! Zorla bir taksi çevirdiler arkadaşları.
Taksim İlk Yardım Hastahanesinde gözünü açtığında, doktor elinde rontgenle, “verem” dedi: “..sağ çiğerinin üstü yok; acil Yedikule Göğüs Hastalıklarları’na. Kendini bir sedyenin üstünde Senatoryum’un acil servisinde buluyor; aksıran tıksıran o kadar çok hasta var ki burada sabahı bekliyecekler mecburen. Sabah Doktor Sabiha hanım kontrole geldiğinde, sedyenin üstünde unutulmuş bu saçı başı dağınık genci görüyor ve acele dört no.lu odaya götürün diye bağırıyor.
Tedavi sürdükce kendini toparlamaya başladı, yalnızlıktı sorunu; kimse arayıp sormuyordu,  bir süre sonra ona kantinde parayı toplayan Mübin geldi. Her hafta gelip, kirli çamaşırlarını toplayıp yıkıyor ve cebine para koyuyordu. Diğer arkadaşları da gelmeye başladı, bugün karikatürist arkadaşı Tuncay Akgün devasa karpuzlar getiriyordu! üçbuçuk ay sonra burayı yönetmeye, yalnız hastalara yardım etmeye, parası olmayanlara “imece” sistemini uygulamaya, “kanserliler koğuşuna” moral vermeye başladı. Bu hastalığın ismi “moral hastalığıdır”
Bir yıl sonra çıktığında okuldan da bir yıl gitmişti. 12 eylül hala sürüyordu, ressam olduğuna karar verdi, Maltepe’de bir dükkanı kiralayarak atölye yaptı, arkadaşlarıyla “Maltepe Ressamları” nı
kurdular. Herşeye rağmen bu su akacaktı, belki Paris’e kadar.

Yıllar önce Paris’de karşılaştığımızda, ressam Ahmet Onay Akbaş kendine sakladığı; 12 Eylül darbesi sırasında, 17 yaşında öğrenciyken yaşadığı bir “karabasan”ı  anlatmıştı, kötü bir düş’den öte; bir gerçekti anlattığı, yaşamıştı! Belki, çok yakın bir kaç dostu biliyordu bunu. Ben ona yazmasını önerdim; unutulmaması, ne olursa olsun bir gün anımsanması adına. 12 eylül’den sonra 35 yıl geçti, Onay yazmadı, kimse ağzını açmadı; CEZA SÖMÜRGESİ ve onun işkence makinası hala işlevde ama ya ötekiler;  
      Akrep gibisin kardeşim
      Korkak bir karanlık içindesin akrep gibi

Alt yapı işkenceciler emekli olup, tatil köylerinde yaşamlarını sürdürürken, onların yöneticileri üst rütbeler; generaller: örneğin, Kenan Evren, kendini resme adayıp, yaptığı çiçek ve kedi resimleriyle sergiler açtı ve kendi ölümüyle öldü.

Yorumlar

  1. Toplumsal yaşantımızdan hüzün dolu yaşanmış bir olay. İşbirlikçilerle birlikte onların işkencecileri hiç bitmedi bu güzel topraklarımızda. En son Mehmet Ağar, yaşama dank etmiş yaşında ağzından kaçıracaklarını kaçırdı işte!

    YanıtlaSil
  2. Toplumsal yaşantımızdan hüzün dolu yaşanmış bir olay. İşbirlikçilerle birlikte onların işkencecileri hiç bitmedi bu güzel topraklarımızda. En son Mehmet Ağar, yaşama dank etmiş yaşında ağzından kaçıracaklarını kaçırdı işte!

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA