ŞEYTAN TIRNAĞI


RİLKE’NİN YİNE ŞU SÖZÜNE TAKILDIM: CEHENNEM ARTIK SEVEMEMEKTİR!

Çok yaşadığımdan mı, çok gördüğümden mi bilmiyorum, beğeniye özgü bu sığlaşma giderek düşünmeyi, düş görmeyi engelleyen bir zaman dilimine sığındı, izini sürdüklerim yine aynı ormanda yok oldular; bir sihir, bir gizem, bir büyü var mı? Yoksa cehennemin dibine!
İşim gücüm o bir başka heyecan; bir müzenin kapısından girerken, kitapçının vitrininden kıvrılıp sana bakan yüzlerce kitaba yaklaşırken, parasızlık günlerimde aldığım bir plakla eve dönerken, uzun süredir beklediğin bir ressamın sergisinin açılışına giderken, ışıklar sönmüş film başlamak üzereyken, atölyeyi düzenleyip yeniden başlıyacağın bir tuvalin önünde dururken, özlediğin bir kız arkadaşınla bir şeyler içerken…işte merak/yaşamak tek kural!

Büyük bulvarın açıldığı üç pasajdan birincisinde eski kitaplara bakıyorum, önce hızla-merakla, sonra bıkkın; ne kadar ilgisiz kitap yazılmış ama bugün daha beter; örneğin Fransa’da her eylül yeni sezon’a ünlü ünsüz yayıncıların 600’ü aşkın romanla girilir, media kendi yargılarıyla önce yarıya sonra da giderek 2o romana indirgendikten sonra aylarca üstünde konuşulacak ortamlar: radyo, tv. ve tüm media’yı kim iyi kontrol ederse, sonuçta ünlü ödüllerin belirleyeceği son aşamaya gelir, örneğin “Prix Concourt”; alan kitap köşeyi döner ve de buna benzer bir sürü ödül. Bu nedenle kitap yazmak moda oldu; şaşırtıcı genellikle genç güzel kadınlar da “yazmak” denen bu güç, bıktırıcı işleve sığındılar; hiç belli olmaz belki şans, ünlü ve zengin oldun gitti! Tüm bunları yaşadıktan sonra sessizce kendi kitaplığına dönüyorsun, belki canın dördüncü kez tekrar bir Çehof çekti!

Bir zamanlar kültürü gerçekten yöneten bazı ülkeler onun “simyasını” kendilerine saklarlardı, örneğin: bir İsveç sineması, Amerikan edebiyatı, Fransız resmi vs. Tanımlamanın ötesinde kültürde ona özgü bir kristalleşme; ama etkilenmeler, beğeninin yönettiği katılımlar olsa bile bu kutuplaşmalar bir kimlikti, bir imzaydı. Çok nadir, k bir amerikalı yönetmen filmini satmak için bir Fransız radyosunda 20 dakika gevezelik yapsın, ya da yabancı bir yazar öteki ülkede kitaplarını imzalasın; kısa örnekler ama gizem yok oldu, herşeyi olduğundan daha iyi tanıyoruz; gün geçmiyor farkında olmadan atölyemde çalan radyoda, oradan buradan gelen binlerce pop müzik grubunun gürültüsünü nasıl bir müzik olarak tanımlamak güç se, sinemadan haberi olmayan o kadar adamın eline bir bütçe vererek bir film yapmak; iyi kötü dünya televizyonlarından birine satarız amacıyla! Artık paranın yönettiği sanata özgü herşeye bir başka gözle bakmak zorundayız, onların gözlüğüyle; sanattan büyük paralar kazanılıp, onu tekrar kendi gücünle “emposé” etmenin farkına varanların sanat tarihi yazılıyor, kimsenin haddine değil ona başkaldırmak! Biliyoruz artık sanat kimliğini göstererek gireceğin bir yer değil;

Şunu söylemiştim geçen yıl, bugün virüs sonrası daha beter, gelecek? “Sanat bir terapi, hiç̧ bir zaman büyük mesajlarla oluşamaz, bireysel bir kurgunun dışa vurusu aslında. Üst düzey kültürel bir olay ve herkese ulaşabilmesi çok zor. Toplumun büyük bir kısmının tezgahından geçemezseniz, kitabınızı okutamazsınız, resminizi sergileyemezsiniz. Ben “benim hayal müzelerim” kurgusunu biraz da kenara itilmiş̧ ama çok değer verdiğim sanatçıları savunmak adına yapmıştım. Sanat bir “katharsis” olmak zorunda ama onun öğreticiliği yine kültürel bir aşama gerektiriyor. Sana hayal kurduran, seni ışıklandıran bu pencereler herkese açık değil. Görüyorum müzelerin önündeki kuyrukları, ne yazık bunlar çoğunlukla, medyatik iteleme sonucu canları sıkılan üçüncü yaş topluluğu.”

Çağdaş sanatın, kültür endüstrisine bağlı, uluslararası büyük bir sirk olduğunu sürekli anlatıyorum; açıkca üretiyor ve eğlendiriyor. İnandırıcı olma yeteneği paraya dönük olduğundan, bunun bir yatırım olduğunu “Sotbey’s” , “Christy’s gibi sistemlerle, hergün bir kabuk bile olamayacak “HİÇ” ler “ milyonlarca dolara satılıyor. İşte bu bir politik; uluslararası para dolaşımı, para aklama!
Sistem bir virüs misali global, paranını döndüğü her yeri kolluyor, örneğin Sotheby’s’i 3.5 milyar dolara alan Drahi, en hızlı bir şekilde Eski, Yeni, Modern, Antik; her gün bir satış diyerek ınternet’e yapıştı, Sotheby’s afişini silmeden hiç bir şeye bakamazsınız!



Yaptıkları fuarlarda kendi beğenilerini sansür uygulayarak “imposé” ettikleri için yapılan ticaretin sanatla hiç bir ilişkisi olamaz. kendi değer yargılarını, alıp, satıp, müzeleştirmek; yeni kolleksiyonerler yaratmak için beynin yeni bir “neron” üretmesi beklenemez. Sanat özgürdür, sanat eserinin oluşumunda da bu söz konusu ama gelin görün; yalıtılmış bir beğeni giderek bir baş eser oluyor: birbirini ilmekleyen sıradanlık giderek çağımızın sanatını oluşturuyor, kapitalist sistemde bir başka alternatif olarak işleve giriyor. Bu durumda kime, niçin bir karşınlık beklenebilir?

Yaşantımda kurmaca bir sürü ŞEY çekip gitti, arındım sanırken, yine ayağıma takılanlarla uğraşıyorum: “banalité” aşağı düzeyde alışkanlıklar, zevksizlikler ve de cahillik; paranın yönetiminde tüm kurmaca ne varsa kendi müzelerini, koleksiyonlarını kurarken tek endişe: “KİMİN GÖLGESİ BÜYÜK”

“BÖYLE BUYURDU ZARATHOUSTRA” da öyle söyler Nietzsche: “..TÜM SULARINI BULANDIRIYORLAR Kİ DERİN GÖZÜKSÜN”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA