CAMERA OBSCURA: YAŞANMIŞLIKLAR - BİR TAŞLA İKİ KUŞ

 


Gerçekten birine bir kötülük mü yapmak istiyorsunuz, oturun , onun “biyografi” - yaşam öyküsünü yazın; dikkat yazdığınız kişiyle bir ortak yaşanmışlık söz konusu ise, genelde bunun çaktırmadan bir hesaplaşma olduğu düşünebilir; çünkü bunun örnekleri çoktur! Bu anlatacağınız kişilikle o yaşantıyı paylaşmadınız sa, bu gözlemi onu iyi tanıyanlarda arayacaksınız; işte bence en güç kurgu bu, geçmiş zaman çaktırmadan gereken “erozyon”u yapmıştır, farkında olmadan onun çekim alanına giriyorsunuz ve “deforme” oluyor! Bugün ınternet ne kadar olanak sağlasa da, herseyi gerektiği gibi belgelemek güç; yaşanmışlık anılarda bulut gibi uzaklara gitmiş, belki soluk bir fotoğrafa sığınmıştır; çünkü öyle yaşadık. Sibel Oral’a gelmeden, yine geçen yıl bu konuda katıldığım başka bir kitabın öyküsünü anlatayım: Kaya Tanış’ın Hayalet Oğuz üstüne yazdığı “BURASI ORASI DEĞİL”, onun yaşam öyküsü, belki bir deneme! 60 yıllarının İstanbul’undaki yaşantımız yer yer su yüzeyine çıkıyor ve de bugünlerde en aktüel Edip Cansever; Alev Ebüziya’ya yazdığı mektupları da beni çok şaşırttı, Şair Levent Karataş’la bu konuda konuştuk, yayınlanacak. İşte bu yılların en renkli kişilerinden biri “Hayalet Oğuz”’du, marjinalite söz konusuyla kimse öyle yaşamadı ve yaşayamaz; bazen gerilere gidip düşündüğümde, beni güldüren, mutlu eden Hayalet’le olan anılarımı gözüm gibi saklıyordum. Önce Tezer Özlü bir “epigrafi” yazdı, yaşantısındaki Hayalet Oğuz, - çok başarılı ve hüzünlü bir yörüngede Oğuz’un gizli anatomisidaha sonra Sezer ve Orhan Duru, “ O Pera’daki Hayalet” kitabını, Oğuz’un tüm dostlarının anılarıyla bir kitapçık olarak yayınladılar. Hiç unutmuyorum bir sergi için İstanbul’a geldiğimde ayak üstü bende bir kaç anıyı da derlediler. Kitabı okuduktan sonra yeterli bulmadım ve önce Blog’umda sonra da yine Levent Karataş’la yaptığım konuşmalar ve Hayalet’e yaptığım “hommage” yayınlandı. İşte Kaya Tanış bu sürede ortaya çıktı ve daha sonra bana Hayalet’in izini sürdüğünü ve bir kitap düşündüğünü yazdı ve ben de onu yüreklendirdim. Kitabı yaşadığı sürelerde de haberleştik. Kitap Kırmızı Kedi Yayınlardan çıktı, kitabı tanıtmak adına Internet’te bir söyleşi yaptık. Tanınmış yayınevi, kitabı basında gerektiği gibi duyurdu ve Kaya Tanış’ın “yorganı” kendine doğru çekip, tanınmış yazar pozuna girdiğini izliyordum, normaldir “palazlanmak” ama basında yaptığı konuşmalarda bizi ve anılarımızı ekarte ederek sanki Hayalet’i kendi yaşamış psikolojisi beni rahatsız etti ve bir yerde yaşadığım bir öykü’de değindirdim: “..bir gün Akademi’de atölyede Bedri Rahmi’ye yabancı bir dergide Yves Klein’nın monocrome bir mavi eserinin NewYork Gugenhaim müzesine girdiğini yazıyordu, eserin görseliyle; Hoca baktı saçlarını iki kez karıştırdıktan sonra: “ ..herifcioğlu bizim “çevirt mavisini” babasının malı gibi yemiş reis” demişti. Kaya Tanış Hayalet’in “ephemer” varoluşunu anlayamadan Oğuz Alplaçin’nin geçmişine bir çomak sokmak istemiş; ne yazık eğer o “karakutu” bulunsaydı zamanında anılarımızdaki hayalet olmazdı! Kaya Tanış giderek onun heykelini dikmek, iki gün bile yaşamadığı bir mekanı müze yapmak gibi absürt projeler öne sürdü ve balon söndü. Kanımca Hayalet’in ikinci kez ölümü, soğudum, anılarım böylece dondu!


                                             1968 Hayalet Bebek Nazmi Meyhanesinde

                                           
Sibel Oral’a gelince: bir iki yıl önce Gündüz Vassaf bana bu hanımın Mehmet Nazım üstüne bir gizemsi tutkusu olduğunu, bunu da bir araştırmaya dünüştürüp bir kitap yazma projesini, ona yardım etmemi rica etti. İsmini araştırdım daha önce iki kitap yazmış, daha çok gazeteci profili çıktı. Gündüz’ü kırmayarak evet dedim. Oysa ikinci kitabıma Mehmet’le 1974 de Varşova’ya yaptığımız absürt gezinin öykülerini de koymayı düşünüyordum, evet dediğime pişman oldum ama bir kez “evet” ağzımdan çıkmıştı. Bu sürede bir kaç kez Gündüz!ün attığı Mail’lerden, örneğin İtalya’dan gelen Mail’de: “ Küçük - Sibel Oral - geldi, bütün grup - Mehmet’in İtalyan arkadaşları - müthiş eğleniyoruz vs. O yıllarda bir kez İstanbul’dayken söz verdiğim gibi Sibel Oral’a konuşma teklifimi ilettim; bir doğum günü nedeniyle gelemiyeceğini bildirdi. Yalnız kitabın bitimine yakın karşılaştık, ona yazdıklarımı ve gönderdiğim fotoğraflara teşekkür etti, bilmiyorum ama soğuk ve mesafeli tavrını çözemedim o sırada. Giderken gönderdiğim fotoğrafları da ima ederek, kitap kapağını bana danışmasını da söyledim; biliyorum Blog yazılarımı okumadığını eğer okusay dı “patchwork” gibi böyle bir kötü kapak yaptırmazdı! Kitap çıktığında haberim yoktu, Ali Gradiva Şimşek bana bir konuşmam teklif edinceye kadar! Sibel Oral’a yazdım, yanıt: “...benim de haberim yok, bana adresinizi yazın gönderirim”! Ben beklemedim, bir arkadaşım bana getirdi ve okudum. Bu süre içinde kitabın eleştirileri ve yankıları başlamıştı, kendisiyle yapılan bir konuşma, bana karşılaştığım kişilikte yanılmadığımı gösterdi. Ötekiler arkadaşlarının yazdıkları ötesinde Zeki Coşkun; “Hanki Memet?”de Mehmet Fuat’ı eleştirenleri, giderek kanımca Cumhuriyet gazetesinde, Ataol Behramoğlu bir hesaplaşma yaklaşımıyla, haklı olarak “yaraya tuz serpiyor!”



Genel olarak daha önce altını çizdiğim gibi bu kitap: bir biyografi, Mehmet’e bir hommage - atama’dan öte marazi bir aşk, birine hastalık derecesinde tutku ve okudukça “tutkal olan bir tutku! Bir operet misali Gündüz Vassaf oyunun her yerine müdahale ediyor; kapıdan giriyor, dolaptan çıkıyor - zıpcıktı -, aralarındaki ilişkinin ötesinde “kılavuzu karga olan” olarak organize ettiği “naratif” ve “pathos” gezilerle Mehmet’e bir ikinci ölüm olanağı veriyor; kanımca hala farkında değil!

                    Cité des Arts İnternational Utku Varlık, Zekeriya Sertel, Mehmet Nazım

Önce Gündüz Vassaf kimdir? :1970 de Münevver ve Mehmet’in Paris’e yerlleşmeleri ve de aynı sürede Akademi’den biz bir grup ressamın dört yıl için Paris’e Devlet Burslusu olarak gelmesi. O yıllarda Paris’de çok önemli bir Türk sanatçı yığılımı, bir Türk kolonisi olması; o yıllarda vatandaşlıktan atılanlar “apatrite” bir çok entellektüel’in de kötü şartlar içinde Paris’de yaşamaları; işte bu öykünün dekoru! Bunların içinde Zekariye Sertel, çok erken yıllarda gazetesi Tan’nın faşistler tarafından yakılıp yıkılmasından sonra eşi Sabiha’yla Türkiyeden çıkıp uzun yıllar Bakü’de yaşadı, sonra eşinin ölümünden sonra Paris’e kızı Yıldız’ın yanına yerleşmişti. İşte Zekariya Sertel, Gündüz Vassaf’ın dayısı olur. Gündüz o yılllar Amerika’da yaşıyordu.1970 yılında karşılaştığım Münevver ve Mehmet’le çok yakın beraberliğimiz, daha sonra Münevver’in ; Abidin ve Aragon vasıtasıyla bulduğu iş; ünlü Galeri La Demeure’ de orada sekreter olan eşim Genévieve’le karşılaşmam ilk 6 yılı kapsar. Zekeriya Sertel 1975 de yerleştiğim Cité İnternationale des Arts’daki atölyeme gelirdi Montreuil’den yürüyerek, Mehmet’le onu konuştururduk, harika öyküler: Gazete patronu yılları ve faşizmin Türkiye’deki etkinliği, Bakü. Giderek, 2. Dünya harbinde bisikletle nasıl kaçmış Paris’den, Almanlar daha gelmeden vs. İşte o yıllar Gündüz Vassaf ortada yoktu, Bu nedenle biyografik grafiği Sibel Oral’a dikte ettiren, nasıl olur da “Mehmet Benden Sorulur” diye mediatik manşetler atıyor?


                         Bir sergi sonrası: Hilda . katty, Komet, Utku, Münir, Mehmet

Sahneye daha sonraki yıllar giriyor Gündüz Vassaf, Mehmet yalnızlığı seçip Cancal’e - Mans kıyısında bir balıkçı kasabası - yerleşinceye kadar. Bu süre 1976 da dışta yaşamaktan çok yorularak evlenmiştim ama dış çevrem, benim biraz yok olmamı pek iyi karşılamadı.

             Bir yılbaşı gecesi: Münevver Andaç Mehmet Nazım, Fahri Petek , Utku varlık

Sibel Oral’ın kitabında anlattıklarından Mehmet’in yaşamı üstüne bir iz sürdüremezsiniz, Gündüz Vassaf’ın kendi çekim alanında olanlar dışında atlamalar ve yanlışllıklar çok: Boulevarde Lannes’da başlayan Paris, daha sonra 210 Bld. Raspail ve Mountrouge’da sürdü, sona doğru geldiğimizde Münevver, Mountrouge’dan çıkarak Menherbes’e Mehmet’in yanına geliyor ve bir süre sonra ölüyor. Peki bu kısa yaşamın yer yer zamana göre değişen asıl Mehmet’in yaşamındaki prensipal kişiler kitapta bulamıyoruz! Bld. Lannes benim evim gibiydi, bu sürede yaşantımız bizim Akademiler, Abidin ve çevresi, Fahri Petek, Neriman, Gaye ve Hakkı Anlı vs. özellikle benim oturduğum 55 rue Pascal, içinde bir bar-Amerikan olan, kapısı 24 saat açık; Hilda’nın kardeşi Lazar’ın çalıştığı “Alteck” firmasından gelen büyük amplifiers ve hoparlörler, geceleri tozu dumana katıyordu ve dekorda yavaş yavaş edindiğimiz Fransız dostlar!

         Mehmet'te ölümünden sonra yapılabilecek en kötü şaka, belki Gündüz'ün espriyi anlayamaması

Kitapda hiç değinilmeyen konular o kadar çok ki bu kısa konuşmada tek tek anlatmak çok uzun sürer ve bir kitap olur; Sibel Oral’ın Mehmet’e duyduğu hayali bir “marazi” aşk, giderek yapışkan sözcüklerle, “fantasma” ulaştığında, başından beri bunu körükleyen Gündüz Vassaf’ın da bu duygu içeriğine üçüncü bir şahıs olarak giriyor sanki “Jules ve Jim” filmini yeniden izliyoruz! içeriği sürekli törpülüyen,başka nedenler: sürekli tanıklara başvururken, onların Mehmet konusunda diyecek hiç bir şey ve anlatacak varoluşa dair bir “argument”leri olmaması! Dostluklar kanımca yemek içmekten öte bir takım entellektuel kaygılarla zenginleşir ama onların gözünde Mehmet durmadan canı sıkılan ve para harcayan bir karakteri oynuyor; ne yazık şunun da farkına vardım, Mehmet’ ilk dönem yaşantısında sürekli beraber olduğumuz arkadaşlarımız, örneğin Turan da konuşmak istemiyor; Ötekiler örneğin Zeynep Irgat; ne gereksiz baştan savma anlatılar sanki: nasılsın? Yanıt İyiyim misali, Güllü Aybar ve ötekiler daha da beter, tüm bu saydıklarım Mehmet’in ölüm sonrası, Gündüz Vassaf’ın kurgusuyla Mehmet’in fotoğrafı yerine Gary Cooper’in fotoğrafın koyarak bir ölüm ilanı verdiler; güya Mehmet öyle istemiş,söyleyecek bir söz yok, çok garip!


1985 Bizim bahçede bir yemek:. Mehmet Nazım, Neriman Petek, Sinan Bıçakcı, Abidin Dino, Danielle Hil, Münevver Andaç, Gaye Petek, Fahri Petek, Babür Kuzucuoğlu, Taner Hil, utku ve Genevieve varlık

Bana soru gelmedi; Mehmet’le 1974 de Varşova’ya yaptığımız fantastik geziden bazı fragmentler gönderdim ve hepsini kitaba koymamış, okuduktan sonra farkına varıyorum ve de çok kızgınım, Tanıklığına başvurduğu Mehmet’in Polonya yıllarındaki kız arkadaşı Eva’dan gelenler de ötekilerden farklı değil, anlattıkları sırada bir yaşanmışlıkta öte fazla bir bilgi vermiyor, belki bilgi dağarcığı orada durmuş. Oysa gittiğimizde bir ay sürede beraberdik; komünizm’in yıkıntısındaki bu ülkede Münevver’in dostluk kurduğu çok önemli entellektüeller, sanatçılar, örneğin ünlü Grafist, afişci Swierzy’nin evinde unutulmaz bir akşam, Andre Wajda’danın filmlerinin afişlerini yapan bu ünlü graphist bu geceye Bize süpriz Wajda’yı da davet etmiş, Mehmet’in harika Lehçesiyle çevirdiği, 60. Yıllarında bizim sinematekte gördüğüm tüm Polonya sinemesi üstüne yaptığım konuşma adamları şaşırttı!Gerçekten çok saygı duyduğum wajda’nın gördüğüm filmleri: özellikl Kanal, Küller ve Elmas ; sonra da Düğün filmi üstüne konuşmayı bitirince her ikisi bana bu filmi afişini imzaladılar. Kimse bu yaşadıklarımızı bilmiyor!

                                                                       1974 Varşova


 Gündüz Vassaf’ın tanık olmadığı dönemler; bence 210 Bld. Raspail yılları Mehmet’in yaşantısın bir dönüm noktası, ne yazık kitapta bir “fragmanı” bile olamayıp, söz edildiğinde de gerektiği gibi araştırılmamış yanlışlıklarla dolu! Sırasıyla: Münevver Andaç’ın Polonya’dan çıkışı, yaptığı “formalite” bir “beyaz evlilikle” oldu. Bu kişiyi hiç tanımadık ki ben bu “fictif” kişiyi hiç çözemedim başında: nasıl olur adamı tanımıyoruz ama Paris’in en lüks yerinde, Bologne ormanınına bakan harika, büyük bir apartmanı onlara veriyor?Adam İsviçre’de bir klinikte yatıyordu. Daha sonraları oğlu Serge’i tanıdıktan sonra öykü’nün gerçek olduğunu öğrendim ve bir süre sonra adam ölünce evden çıkmak zorunda kaldılar.


210 Bld. Raspail, Montpernasse’ın göbeğinde 6 katlı bir ev ve her katında iki daire. İlk önce ikinci kata Ressam Mübin yerleşiyor, daha sonra boşalan her daire’ye tanıdık dostları yerleştiriyor. Sonuçta önce birinci kata Karikatürist Sinan Bıçakcı, 70 yıllarının ortalarında Münevver, karşıdaki daire’ye, Mehmet de dördüncü katta daha küçük bir mekana, ressam Komet onun karşısına giderek bir Türk kolonisi büyüyor ve daha sonra en üst kattaki eskiden hizmetçi odaları olarak bilinen odalardan birini de Mehmet Türkiye’den gelen dostlarını yatırmak için kiralıyor. Kitapda adı geçen Mehmet’in kadim dostu Faruk Sade ve Ali Güreli burada kaldılar beş parasız, onun himayesinde; malum daha sonra Türkiye’ye dönüp Mehmet’e sevgisini kanıtlayacaktı Faruk. Bu evin bir başka özelliği de altında Gymnasium adında bir café olmasıydı; ne zaman geçseniz Mübin’i bira içerken görürdünüz ki giderek aradığımız herkes günün değişik saatlerinde orada otururdu, özellikle Café Select de çok yakın olduğu için çok uzun yıllar mekanımız oldu. Gördüğünüz gibi kitapta belki iki satır söz edilse de bu dönemin önemi portreleri unutulmuş, sayfalarca can sıkıcılık süreci Mehmet’in farkında olmadan yaşadığı “rutine” , çünkü Gündüz yaşamadı!


Mehmet’in ressamlığına gelince: kitaptaki anlattıklarım dışında sürekli sen ressamsın diye üstüne gidilen birinin buna karşı tepkisi nasıl olur sa Mehmet’te bu sanrıyı yaşadı, sonlara doğru, yakın ilişkilerimiz biraz kopunca, izlediğim kadar: Faruk Sade’nin ona sahip çıkması; sergiler yapıp, orada burada sergilemek amaçları, ona düzüllen övgüler, hepsi anlamsız; çok üstüne gidilen çocuk misali Mehmet bunları içine attı, içinde büyüttüklerinden kimsenin haberi olmadı, belki resim yapıyordu, o kadar! Orhan Pamuk’un yazdıkları da “pipo”!

Eğer bir yaşam hikayesi söz konusu ise, Münevver’le Mehmet’in değişik dönemlerinde onların yanında olan ve de Münevver’in 210 Raspaiil’dan çıkmak zorunluluğunda olduğu günlerde Mountrouge’da oturduklları evde bir apartman bulan, her derde deva en yakın dostları Ahmet Benlii ve eşi Olga kitapta yok. Antiker ve koleksiyoner Ahmet Benli bizim çevremizde Paris’deki ressamların ve özellikle Mübin’nin iyi bir dostu olarak onun ölümünden sonra da bir eksper olarak kızına yardım etti. Mehmet’in ölümünü ağlayarak da bana telefonda bildiren de Ahmet, Mehmet’in Büyükada serüvenin de yine o; Mehmet’in Büyükadaya gitmesinin asıl nedenlerinden biri Ahmet Benli’nin de bir evi olması Ada’da. şimdi soruyorum: Niçin Gündüz Vassaf kitaba bu sansürü koydu? Sonuç olarak Mehmet’in ölümünden sonra açılan davalarla kapatılmış bu evde Gündüz’ün ne işi var, şaşırtıcı, sanki fictif bir romanın kahramanlarını oynuyorlar ve Sibel Oral her mekanda Mehmet’e duygu gönderileri yaparken, örneğin Büyüükada’daki ev’de onun bıraktığı objelerle konuşup, sansüel bir atmosfer yaratıyor; soruyoruz yarattığı bir idol’u et ve kemik tanısaydı yaşantısında ne olurdu diye; bence Mehmet gülerdi!

“Beni Duyuyor musun Mehmet” kitabının getirdiği sorunlardan eni önemlisi de Nazım’ın hapis süresinde Piraye’yle beraberliği ve Piraye’nin ilk evliliğinde olan oğlu Memed Fuat’ ın erken davranıp, Nazım’ın kitap haklarını Amerikan “Persea Book”’a gerçek oğlu gibi satmasına Gündüz Vassaf’ın tepkisi: kanımca bir yaşantının sürekli yön değiştiren akıntısında, “spekülatif” hesaplaşmaların olmaması olanaksız, K.24’de söylediklerinden benim anladığım Memed Fuat’ı tanımadığı gibi, Mehmet’in “veraset” aşamasında olanlardan da fazla. Haberi yok. Abim Mutlu Varlık şimdi hayatta değil, o süre bir avukat bulmak adına çok uğraşmıştı; sonuçta o sürede Nazım’ı kaçak ”korsan” baskılarla üstünden para kazananlar, Bab-ı Ali’de, bunları tanıyoruz! 1974 de Mehmet’le yaptığımız Varşova seyahatinin bir amacı da Nazım’ın bu ülkede basılan kitaplarının telif haklarını toparlanmaktı; aldık, bir yığın Zloti, 500 dolar bile etmezdi o gün. Bu anıları da göndermiştim Sibel Oral’a koymamış kitaba!

Kitaba bir başka tepkide Ataol Behramoğlu’ndan geldi şöyle diyor: “BİLGİSİZLİK...İşitiyor musun Mehmet? adlı kitaptan yaptığım alıntıyla ilgili soruma gelince; bunun yanıtı, çok cahil, hatta zır cahil bir hanım gazetecinin, yazar ve psikolog olduğunu internetten öğrendiğim bir zatla yaptığı konuşmada bulunuyor. Bu hanım gazeteci zır cahil olduğu gibi, haddini de bilmiyor. Çünkü Nâzım üzerine araştırma yapan üç isim saymış, bunlardan ikisinin edebiyatçılıkla zaten ilgisi bulunmuyor. Daha da kötüsü, kendisiyle konuşma yapılan kişi de bu cahil gazetecinin bilgisizliğini düzeltmiyor. Ya kendisi de bu konuda bilgisiz, ya da umurunda değil.” Acımasız vurmuş, kızgın; Şunu da söylüyor Ataol: “Belli ki Memo’yla birlikte (duyduğuma göre Memo tarafından kendisine Nâzım’ın miras hakları devredilen!) bu yazar ve psikolog da bana nefret biriktirmiş. “Memo’nu al, başına çal” demem de doğru olmaz. Çünkü yazımın başlığında olduğu gibi, bana göre “yazık olmuş bir yaşam”dan söz ediyoruz.”

                                                    beşiktaş Şairler Parkı. Ataol Behramoğlu

Genel olarak baktığımda garip bir ülke Türkiye, sanki bir “Ceza Sömürgesi”nde doğduk, orada öleceğiz. İşte bu tüm içerik ve hesaplaşma, alınlarında ”EXİL” yazan Türkiyeli aydınların yaşamlarındaki bir gerilim süreci: Mehmet’in Ataol’a “düello” yaparak hesaplaşma öyküsünü çok iyi anımsıyorum; Babür Kuzucuoğlu’nun tanık olarak katılması ve olayın absürt yanıyla ilgili bir Karikatürümsü bir desen çizmiştim! Ataol’a gelince: Beşiktaş Şairler Parkındaki - cilalı bronz - heykeli üstüne yazdıklarımı Blog’umda okuduğuna dair bir yanıt alamadım, “Türkiye’de Heykelin ve Anıtın Sefaleti”!





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM