ERKAN YAZARGAN'LA "DERİN KONUŞMA / ŞEY VE HİÇ
diyalogsanat
ŞEY!
UTKU VARLIK İLE
13 Eylül 2025
U.V - Sevgili Erkan, belki yaşın getirdiği bir "erozyon", resme paralel olarak erken yıllara özgü okuma ve yazma işlevini çaktırmadan ikinci plana düşürdü. Bu demek değil ki izlemiyorum ama tartışmaya girerek bunu yazıya dökmek zorlaştı. Resim alıyor bütün günümü. Sinerjini kutluyorum.
E.Y - Hangi diyaloglarımızı okuma fırsatınız oldu?
U.V - Dikkatimi çeken: “Sanatın Toplumsal İşlevi” üstüne değindiğimiz yargılar ama kendi deneyimlerimde, özellikle 70'li yıllarda yaptığım çok "angaje" (toplumsal sorunlarla ilgili, duyarlı) litografilerin (taş baskı resim) çevremdeki entelektüeller dışında kimseyi ilgilendirmediğini gördükten sonra “sosyal” sözcüğünü sildim ve tüm baskılarımı yaktım. Sanat, özellikle resim ve şiir; Fransızcadaki "fugace" (uçucu) sözcüğü gibi onun uçucu ve geçici duyarlılığı herkese değmez!
E.Y - Daha üzücü olanı itiraf edeyim; 30 yıllık Diyalog Sanat serüvenimizde ilk defa bugün YÖK Tez Merkezi'ne başvurup diyaloglarımın tez çalışmaları için kullanılabileceği iznini dilekçe ile bildirdim. Oysa ben sanat çarkının devlete ihtiyacı olmadan dönebileceği inancımı her zaman korumuştum. Ülkenin yapısal sorunları var. Sanat burada çok zor bir uğraş...
U.V - Ülkemiz bir kaos... YÖK diye bir kurumun kimin dümen suyunda olduğu malum! Ama Fransa da eski yaşadığımız günlerin kültürel alandaki dinamik varoluşunu yitirdi; kültür lobilerinin yönetiminde dokunulmaz bir tavır aldı ve sanata dair eleştiri onların kontrolüne geçti. Politikadaki "dekadans" (çöküş) bunu yönetecek güçte olmadığı için sanat bireylerin geçim kaynağı olduğunda işte kimin yönettiği ortaya çıkıyor. Bizdeki Ömer Koç + ARTER misali.
E.Y - Menajerlik benzeri ofis çalışmalarına yaklaşımınız nedir, hiç denediniz mi?
U.V - Katiyen hayır; 1975’te burs sonucu Akademi’ye Özgün Baskı Atölyesi'ne Sabri Berkel’in yerine profesör olarak dönmem gerekiyordu, dönmedim ve bursumu ödedim. Özgürlüğüm, birey olarak her şeyden önemli.
E.Y - Asırlık sanat deneyimi ve çabasını özel bir müzeye dönüştürmek gibi bir isteğiniz oldu mu, bu tür çabaları nasıl değerlendirirsiniz?
U.V - Açıkça müze "konseptine" (kavram) karşıyım; ya milyarderlerin "kompleks" (ruhsal bunalım) giderici bir yatırımı ya da "ofisyel" (resmî) olduğunda Kültür Bakanlıklarının bir mafya kurgusuyla yönetilen boşluklar. Bir zamanlar sattığımız işler yolunu şaşırıp oralara gitmişse, ne yapsam oradan çıkartsam diye kurguluyorum. Koleksiyonlar da aynı. Parasıyla başkalarına resim aldırıp sonra kendi adını sergileyenler sanata arka kapıdan çaktırmadan girenlerdir. Anlamsız “köpüren” fuarlar, bienaller, snop (züppe) galeriler eğer eğlence mekanlarına dönüşmüşse benim bu “orta oyununda” yerim yok.
L'İle de Re Adası / fugace pentür 2015E.Y - Sanatınızda "FUGACE" (uçucu) kavramına verdiğiniz önemi anlıyorum. Bu "uçuculuk" hissini yakalamak için hangi teknik ve kompozisyon yaklaşımlarını kullanıyorsunuz? Bu duygunun bir resme nasıl dönüştüğünü merak ediyorum.
U.V - "Fugace" sözcüğü kanımca şiire yakışır çünkü şiir sözcüklerin "efemer" (geçici) tavrını kullanırken anlamda çocukluğumuzdaki prizmatik dürbünler misali kendi ekonomisi adına çoğullaşma; bir geniş açı güder, “haiku” kısa Japon şiiri gibi: “Güm güm çalındı kapım - Açtım baktım - Yalnızlığımmış”; buradan resme dönersek, anlatımda aynı derinliğe inebilmek, hayalin anlamlı prizmalarıyla oluşur; işte anlatın bana “yalnızlığı” resimde!
E.Y - 70'lerde sosyal içerikli eserlerinizi yakma kararınız, sanatçının toplumsal sorumluluğu ile bireysel ifade özgürlüğü arasındaki çatışmayı gözler önüne seriyor. Bu olaydan sonra sanatınızda ne gibi bir "fırtına sonrası sakinlik" dönemi yaşadınız? Bu radikal kararın sonraki eserlerinizde bıraktığı en kalıcı iz ne oldu?
U.V - 1970'te Devlet Bursuyla Paris’e gittiğimde "Academie des Beaux-Arts"da "Litografi" (taş baskı) atölyesinde çalışmaya başladım. O yıllar ülkemiz yine politik bir krizin eşiğindeydi, 60'lı yıllarda yaşadığımız özgürlük yerini gençliğin sokağa dökülmesi adına dış kaynaklı önemli provokasyonlara dönüşmüştü. 70'li yıllar Paris’te Türk üniversite öğrencileri çok yoğundu ve de ülkemizdeki yaşanan "represyona" (baskı) karşı ne yapacağımızı şaşırmıştık. Bilmiyorum kendiliğinden bir esintiyle sosyal içerikli taş baskı resimler oluşmaya başladı, bir tavır aldım ve çevremde epey ilgiyle karşılandı. Bu süreçte ülkemizdeki yaşanan kargaşa, bizim burs paralarımızı da etkilemeye başlamıştı. Bir süre sonra tanıdığım bir arkadaşımın yardımıyla o yılların en önemli galerisi CLAUDE BERNARD’la bir ilişki kurdum ama ne yazık benden özgün baskı değil "pentür" (yağlı boya resim) istedi ve beni yüreklendirdi. Pentüre tekrar başlangıçta birden aklım başıma geldi: Ne yapmışım; politik bir kavgaya katılmak evet, "angaje" bir resim evet ama bu yaptıkların güncel bir işleve; afiş olarak girmeyip eşe dosta göstermeyle sonuçlanırsa çok yazık. Pentüre dönüş kolay olmadı, Paris bakış açımı çok değiştirmişti; pentürün son ve en aktif yıllarıydı, birkaç yıl sonra "konseptüel" (kavramsal) virüsü bu ortamı silip süpürecekti! Görsellik kuramı ne kadar dış etkenlerle yönetilse bile, benim ilgi alanlarımın, merak bahçelerimin birikimini etkileyemezdi; öteki sanatların da büyük açılımı olduğu bu kentte mutluluğumu bulmuştum ve de resme bakışımı prizmatik görme açısından da çok etkiledi; bence resim bir “YAZ DENİZİ” gibi olmalıdır dedim.
E.Y - Asırlık sanat deneyiminizi bir müzeye dönüştürme fikrine soğuk yaklaştığınızı anlıyorum. Peki, bu deneyim ve birikimin gelecek nesillere aktarılması için müzeler dışında hangi yöntemler daha etkili olabilir?
U.V - Eski resmin müzelerini bir kenara bırakalım: bugün çağdaş, modern ya da milyarderlerin devasa can sıkıntısı mekanları bir morgdan öte bir şey değildir, ne hakla görücünün gerçek algısını saptırmak, kim kendi çarpık beğenilerini size empoze (dayatmak) eder; en açık örnek İstanbul Modern: Daha önce tanımladığım “Perşembe Pazarı” yanlış bir deyim değil, giderek dıştan bir uyarı gelmeseydi, yöneticisinin snop galerilerle yaptığı ticaretin farkına varamayacaklardı, bu mu müzecilik kuralları? Bir gün yaptığım resim yolunu kaybetmez “düş kurduran” gizemini sürdürürse “fütüryen” (geleceğe yönelik) içeriğine katılır! Ben o kadar yol yapıp dünya müzelerini izlemişsem; bugün o müzeler ekranımın içinde ve bir de düşünün “fütür” (gelecek) bize neler sunacak.
E.Y - Sizce bir sanatçının eserleri, müze ya da koleksiyon gibi kurumsal bir yapıya girdiğinde sanatsal "uçuculuğunu" yitirir mi?
U.V - Yitirmez olur mu daha kötü bir “karabasan” olamaz ama bunu yönetmek elinizde değil. Eğer yaşamak için yaptığın resmi satıyorsan, bunu da kabul edeceksin!
E.Y - "Resim bütün günümü alıyor" diyorsunuz. Bu durum, günlük hayatınızı ve dünyayla kurduğunuz ilişkiyi nasıl etkiliyor? Sanat üretimi, sizin için bir "mesai" mi, yoksa tamamen gündelik yaşamın organik bir parçası mı?
Gabiyefler Yalısı pentür 2003U.V - Bu “bütün gün” herkes için aynı değil; yaptığın resmin kuram ve kurallarını zamana uygularsak evet bütün gün ama hızlı kuruyan örneğin akrilik boyayla günde iki, üç ya da beş tuval boyayanlar müzelerin ve koleksiyonların baş tacı! Sanatta memurluk yoktur, yoksa atölye bir işkence mekanı olur ya da başka bir açıdan ele alırsak: ressam olarak kendinize bir atölye edinebildiniz mi, hangi şartlarda çalışıyorsunuz; bunu biraz kurcalarsak genç sanatçıların en önemli sorununun mekan olduğu ortaya çıkar! Bunu ressama değil de bir yazara sorarsak; bir masaya bağımlı olarak, oturarak yazmak fiili de buna benzer soruları getirdiği gibi erken çağlara doğru indiğimizde başyapıtların hangi şartlarda yaratıldığını düşünmeden geçemiyorum!
E.Y - Müzelerin "boşluklar" ve "mafya kurguları" olduğunu düşünüyorsunuz. Peki, bu kurumlara alternatif olarak sanatın toplumla buluşabileceği, daha samimi ve özgür alanlar neler olabilir? Sanatçının eserleri aracılığıyla bir izleyici kitlesine ulaşmasının ideal yolu sizce nedir?
U.V - Ben Instagram'ı ve de bilgisayarın sonsuz olanaklarını yeğliyorum. Siz yaşamadınız; çok yakın yıllarda yaptığın resmi göstermek akıl almaz bir belaydı, gazetelerin sanat sayfalarında iki satır yer almak ya da yine bu gazete ve dergilerde bir iki sözcük yayınlatmak! Birinin yazdığı enayice bir haber ya da eleştiriye yanıt vermek olanaksızdı. Bugünü kutluyorum; bir saniyede onlarca görseli Fizan’a gönderiyorsunuz, yaptığınız resmi ya da bir sanat sorununu karşı karşıya tartışıyorsunuz, İşte izleyici kitlesi sizden haber bekliyor; ne mutlu bu çağ'a
.
E.Y - 70'lerde sosyal içerikli eserlerinizi yakma kararınızdan bugünkü müze ve koleksiyoner eleştirinize kadar uzanan süreçte, sanatın toplumsal bir mesaj iletme potansiyeline olan inancınız tamamen mi yok oldu? Yoksa bu potansiyelin doğru ve dürüst bir şekilde kullanılmasına dair umudunuzu koruyor musunuz?
U.V - 70'li yılların ortalarına kadar bir tek desen bile satılamayan ülkemizde birden kanalın suyu açılarak, resme para yağdı ve o yılların popüler genç kuşağı olarak biz de bundan payımızı fazlasıyla aldık, ben bursumu ödeyerek dönmemiştim ki benim için dış ülkelerde bu açılımın içindeydi, özellikle Almanya. Şimdi geriye baktığımda bu geçmişi imlemek gerekirse nitelik açısından her zaman resimde az ama öz yapıt bırakanları özledim hep; Vermeer’in bıraktığı bu 30 tuval her kez benim düşüme girdi. Diyeceksiniz ki o bir fenomendi. Değil o, resme doğru kapıdan girmişti! Evet, ileriye dönük yaşantıyı zamana bırakıp bakalım acaba “duyu içerikleri” yine aynı mı kalacak? Evet'se ben de Melih Cevdet’in Ulysses'i gibi: “Sağ salim geçtim kendimi” diyorum.
E.Y - Sanatı "köpüren" fuarlardan ve "snop" galerilerden uzak tutmak istiyorsunuz. Peki, bir sanatçının hayatta kalabilmesi ve üretimini sürdürebilmesi için sanatının ekonomik bir değer kazanması gerekmez mi? Bu durumu nasıl çözüyorsunuz?
U.V - Resme bakanlar mı yoksa görenler mi, resmi alanlar mı, sevenler mi..? Buna yanıt ararken benim sözcüğüm, bir de sanatı-resmi “bulandıranlar” var. Meta oluşturanlar, uluslararası büyük lobiler, sözü geçen ülkelerin sanat holdingleri... İşte öyle bir yerdeyiz ki günümüzde sanatı masum bir kız çocuğu gibi betimleyemeyiz kanımca sanat-spekülatif kendini satan bir kadın.
Birden Sotheby’s düşündüm: “esir pazarı”.
E.Y - Eserlerinizin satılması ve koleksiyonlara girmesi durumunda, sanatçının özgürlüğü ve bireyselliği tehlikeye girer mi? Bir eseriniz satıldığında, size ait olmaktan çıkıp o "sistem"in bir parçası haline dönüştüğünü düşünüyor musunuz?
U.V. -Resim satıldıktan sonra “kaderini” bilmiyoruz. Ülkemizde yaşanan bir fenomen var kanımca en tehlikelisi “müzayede”, her akşam televizyonda yapılan bu alışveriş resmin varoluşunu, gizemini silip süpüren aşağılık bir ticaret! İzlemedim ama bana gönderiyorlar. Eğer bir şey “banalize” olmuşsa, geriye dönüş yok. Bir de başka bir sözcük: “demistifikasyon” (gizemini giderme) sanatta en önemli bir fenomen-tehlike yani bir şeyin gizemini yitirmesi. Sokağa düşmek gibi bir şey. Benzer bir olay mı istiyorsun örneğin yazlık bir sinemada film seyrederken kabak çekirdeği yemek ve de siz bu filmin yöneticiymişsiniz!
E.Y - Bu diyaloğumuz da bir nevi kurumsallaşma değil mi, neticede kalıcı bir ortamda yayınlanıyor?
U.V - Kurumsallaşmamak için Akademi'ye dönmedim ama bilmiyorum kalıcılığın süresi ne kadar? Belki yansımalar söz konusu olabilir; resimdeki "virtüel" (sanal) zaman!
E.Y - Haiku" şiirini "yalnızlığı" anlatmak için örnek veriyorsunuz. Sizin resimlerinizde bu "yalnızlığı" anlatan bir imge var mı? Varsa bu imgenin sizin için özel bir anlamı ne?
U.V - Hauki şiirinde yalnızlığı değil, “fugace” sözcüğünün bir tanımını yapmak adına uçucu, esrik, ephemer, şiirde ve resimde duyusal bir ilinti, düş kurduran bir esinti, belki unutulmuş bir söylem biçimi ve daha çok “hüzünlü ve esrik” bir içerik bağı olarak kullanmak için örnek verdim. Oysa benim resminde “light motive” genellikle kadın ve doğadır, erken yıllarda Rilke ve Knut Hamsun’a bağlılılığım beni onların tarifsiz yalnızlığına (Rilke’de kadın ve ölüm, Hamsun’da doğa’nın acımasız yalnızlığı) ya da o dekorda yitmek gibi! 1965 yılında yaptığım uzun Avrupa gezisinde de resimden şiir’e, roman’a o eski ve büyük kentlerde özellikle müzelerde beni yöneten yine o “melancolie”idi. Yaptığım resim onun izindedir. Burada yine tekrar edeyim; benim resmim şiirin resim halidir, şiirin simyasına dayanır. Ne yazık kimse resmi okumuyor. Nasıl bir nehrin sesini duyamıyorlarsa, öyle!
Benim resmim “zamanın öteki kıyısında”, bir yaz sonu duygusuyla, imgesel alanlarda dolaşır.
E.Y - Sanatınızı politik afiş olmaktan kurtardığınızı söylüyorsunuz. Peki, bugün Türkiye'de veya dünyada yaşanan bir toplumsal olay, sizi tekrar "angaje" (toplumsal sorunlarla ilgili) bir eser yaratmaya itebilir mi?
U.V - O günlerden bu yana bu yaşadığımız dünya değişti. 55yıl geçti. Grafik dünyasının bu konudaki en büyük ustaları, “Polonya Afiş Okulu” acaba aynı kurguda bir şey çizebilir mi? Bugün bir başka boyutta yaşıyoruz. Örneğin bu konuda Banksy diye biri duvarları politik ve naif bir şekilde kirletirken, bu duvarları kaldırıp müzelere koymak ve de bu grafitti’leri büyük paralarala koleksiyon yapmak gibi büyük sapmalar gösteriyor ki ne aynı dünya, ne aynı kavga ve insan! Belki bir başka kaosun içeriği bizi bekliyor!
E.Y - Instagram'ı ve bilgisayarın olanaklarını "Fizan'a görsel gönderme" fırsatı olarak kutluyorsunuz. Ancak bu platformlar da milyonlarca sanat eserinin aynı anda sergilendiği, bir nevi "dijital müzeler" değil mi? Bu durum, eserlerin gizemini ve "uçuculuğunu" azaltmıyor mu?
U.V - Katılmıyorum. İnstagram’da Story’e koyduğum resimlerim büyük bir ilgiyle karşılanıyor ve bir dialog oluşturuyor. Giderek bu ilgi dışa çıktığında, örneğin iki yıl önce İstanbul’da ölen eşimin anısına Kırım Kilesisinde yaptığımız serginin yansıması, bu sergiye gelen gençliğin beni nasıl izlediğini gördüğümde şaşırdım. Bu durum beni yüreklendirdi. Resmin ötesinde genelde sanata eleştirel bakışım da buna paraleldir. Uçuculuğa devam.
E.Y - Sizin resimlerinizdeki "şiirin simyasına" dayanan bu melankoli ve yalnızlık hissi, renklerle nasıl bir ilişki kuruyor?
U.V - Eğer soyut çalışsaydım bunu bir başka açıdan tartışırdık, örneğin siyaha babasının malı gibi sahip çıkan Soulages'ı anımsayarak... Fakat figüratif bir anlatım olarak figürü sahneye koyarken renklerle dekoru da ona uygulamak ressamın kendi kurgusuyla eşleşir: Örneğin Danimarkalı ressam Vilhelm Hammershoi yalnızlığı evinin boşluğunda gezinen bir kadın sembolüyle anlattığında, çok ilginç, ev dış görünümüyle oturulmayacak bir mekân görünümünde değildir. Benim resmimde kadın ve doğa kendi yalnızlıklarını renklerle değil, şiirin çekim alanında "paradoksal bir düş" gibi anlatıma girer.
E.Y - Resimlerinizdeki renk paleti, bu "yaz sonu duygusunu" ve imgesel alanları nasıl yansıtıyor?
U.V - Zamanı kurgulamak gibi bir şey; bilmiyorum neye bağımlıyız ama ben çoğu kez "çocukluğum dümen suyunda" sürekli yaşadığım bir "alegori"ye bağımlıyım. Değişken bir zihin durumu: Ya "metafor" olarak ya da sembol olarak kendiliğinden bir süreç... Resim benden çıkarken ne anlattığımı izleyiciye bırakıyorum! "Yaz sonu duygusu" daha çok şiire yakışıyor!
E.Y - Günümüz sanat dünyasını bir "orta oyunu" olarak tanımladınız. Peki, siz bu oyunda yer almayı reddederek, kendinizi sanatın hangi sahnesine konumlandırıyorsunuz? Bu sahne, sizin sanatınızın özgünlüğünü ve "uçuculuğunu" korumak için nasıl bir rol oynuyor?
U.V - Bir tiyatro oyununda, rolü bittikten sonra valizini alan ve sahneden çıkan oyuncu gibi mi olmak? Hiç düşünmedim ama savunduğum tek şey "özgürüm" diyebilmek ve varoluşunuzu savunabilmek, dış yargı sistemlerinden uzak durmak... Eğer kendi "biyosfer"inizi kurabildiyseniz oyuna devam!
E.Y - Felsefi derinlik arar veya anlarken insanı nasıl tanımlıyorsunuz?
U.V -İnsan, daha önce söz ettiğim "prizmatik bir dürbün"dür. Yaşadığımız şu çağ bunu çok daha iyi tanımlıyor; uzayı araştıran bir insanla bir toplumu ters yüz eden insanı karşılaştırmak diyalektik bir dönüşüm. Ne yazık "bir düş bozgunluğu" bu dünya!
E.Y - Diyaloğumuzun şimdiye kadar yayımlanan bölümü ile ilgili düşünceniz ve daha önemlisi hissiniz nedir?
U.V -Harika bir alışveriş, insan bu meçhul!
E.Y -"Resimlerinizdeki 'uçuculuk' hissini, izleyicide kalıcı bir iz bırakmak için mi yoksa anın geçiciliğini vurgulamak için mi arıyorsunuz? Bu ikilemi nasıl çözüyorsunuz?"
U.V - İki olgunun birbiriyle eşleşmesi nesnel olarak değil, bir anlatıma özgü, kendiliğinden oluşan bir sürekliliktir. Resmin oluşumu anındaki "improvisation", genellikle bilinçaltının yönetimiyle işleve girer.
E.Y -"'Zamanın öteki kıyısında' hissini yaratmak için tuvalinizde zamana dair spesifik ipuçları mı kullanıyorsunuz (belirli bir ışık, mevsim, an)? Yoksa bu tamamen izleyicinin zihninde oluşmasını umduğunuz bir his mi?"
U.V -Figüratif çalıştığıma göre görünenin tasviri adına semboller, hayali peyzajlar, ikonlar ve anıya özgü her şey! Boşluk bile çok şey anlatır; nesne olmadan önce bir "ŞEY"di. Örneğin, 2018'de yaptığım bir serginin teması "HİÇ"ti.
E.Y -"Instagram'ı bir iletişim aracı olarak kutluyorsunuz ancak bu platform, algoritmalar ve 'beğeni' ekonomisi tarafından yönetiliyor. Bu durum, sanatınızın 'uçuculuğunu' ve özerkliğini bir pazarlama mantığına dönüştürme riski taşımıyor mu?"
U.V - Anı, günümü yaşarken geleceğe dair kurgular kanımca çok "denge" bozucu. Geriye dönüşte Ulysses gibi sağ salim çıkmışsam ve bugüne gelmişsem gelecek yalnızca metanın "bubi tuzağına" düşmek değil; sanatın ya da resmin varoluşu önemli bir risk içinde. Ayrıca, o diğer büyük platformlarda olmadım hiçbir zaman!
E.Y - "Dijital bir enstalasyon yapmayı hiç düşündünüz mü? 'Fugace' kavramını, fiziksel bir tuval yerine, kod ve ışıkla ifade etmek sizi nereye taşırdı?"
U.V- Hayır, hiçbiri. En çok eleştirdiğim sapmalar bunlar ama "sinema" olabilir ve de bugünkü teknik olanaklarla. Akademi'de 1964 yılında kısa metraj "GİZ" diye bir film yapmıştım!
E.Y - "'Resim bütün günümü alıyor' diyorsunuz. Bu süreç içinde, bilinçli bir 'çalışma' anından, tamamen sezgisel ve akışta olduğunuz anlara nasıl geçiş yapıyorsunuz?
Disiplin ve ilham arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?"
U.V - Yazıda açıklamak güç. Paris'te yaşadığım ve çalıştığım mekân, atölyem modern bir parkın içinde. Gün içinde resmin aldığı süreç öteki ilgi alanlarımla bölünüyor ve giderek ünlü sanat mekânlarıyla iletişim çok kolay oluyor. Resim yapmak yalnızca atölyede olmak değil.
E.Y - "Üretim sürecinizde rastlantıya ve hataya ne kadar yer veriyorsunuz? Taş baskıdaki tesadüfi dokulardan, yağlı boyanın kontrolü daha zor olan doğasına geçişinizde bu nasıl değişti?"
U.V - Kat'iyen aynı şey değil. Litografide taş'a yapılan örneğin bir deseni kat'iyen silip yeniden başlayamazsınız. Taşı tümüyle yıkamak gerekir ve çok zor bir işlemdir. Pentür öyle değil. Boya yaş olduğu sürece, silip yeniden çalışma olanağınız var. Yalnızca tüm bu işlevler pentürün tekniği, başlı başına bir okul gerektiren bir konu. Ne yazık ki bunu öğretecek bir kapasite öğrencilik yıllarımızda olanaksızdı.
E.Y - Hocalarımız yeteneksizdi ve malzeme bulunmazdı.
"Vermeer'i 'resme doğru kapıdan girmiş' olarak tanımlıyorsunuz. Sizin için 'doğru kapı' nedir? Sanat tarihinde sizin kapınızdan giren, sizinle aynı frekansta titreşen başka hangi isimler var?"
U.V - Teknik bir dildir ve bugün bu ustaların pentür tekniğini çözemiyoruz. Pentürün gereçlerinin başında rengi yapan pigmentler gelir: doğada bulunan minerallerden kaynaklanır ve bugün çoğu tüketildi. Sizin bu sorunuza yanıt bir kitabı kapsar ve de Vermeer dışında o kadar büyük isim var ki: Holbein, Jan Van Eyck vb.
E.Y - "Rilke ve Hamsun'dan etkilendiğinizi söylüyorsunuz. Bir resminizi, onların bir şiirine veya roman pasajına 'eşlikçi' olarak seçmek zorunda kalsaydınız, hangi eserinizi ve hangi metni seçerdiniz?"
U.V - Örneğin: Rilke'nin "Malte Laurids Brigge'nin Notları" adlı eserinden: "...Ve kadınlarda ne hüzünlü güzellik vardı; gebe olup ayakta durdukları vakit, ince uzun ellerinin, kendiliğinden üzerine düştüğü şişkin karınlarında iki meyve taşıyorlardı: biri çocuk, biri ölüm. Tamamen boşalmış yüzlerinde görülen yoğun, adeta besleyici gülümseme, bazen bunların ikisinin birden büyüdüğünü düşünmelerinden ileri gelmiyor muydu?"
E.Y - "İzleyicinin resminizi 'okuması'ndan ne anlıyorsunuz? Sizce bu 'okuma' eylemi, sizin niyetinizle mi yoksa izleyicinin kendi deneyimleriyle mi şekillenmeli?"
U.V - Benim tanımım: Tüm yaşantımdaki deneyimim, "resme bakmak mı, yoksa görmek mi?" Bir sergimde bir kadın yaklaşarak kendini tanıttı. Yıllar önce Ankara'da yaptığım bir sergiden bir resmimi almış ve bu tuval evinin en fazla yaşadığı, oturduğu bir mekânda duvardaymış. Bana, "Bu resme 20 yıldır bakıyorum, bana her kez bir şey anlatıyor," demişti.
E.Y - "Sizin için en anlamlı eleştiri veya geri bildirim türü nedir? Entelektüel bir yorum mu, yoksa bir izleyicinin resminiz karşısında hissettiği saf, kelimelere dökülmemiş duygu mu?"
U.V - Önceki soruda anlattığım anı, belki benim övüncüm: Yaptığım resmin çekim alanı kat'iyen başka nedenlerle koleksiyon yapanlar, evinin duvarına herkesten aldığı resimleri asanlar değil ve de açıkça görürsünüz ki benim bu koleksiyonlarda resmim yoktur. Genellikle benim diyaloğum resmi okuyan ama onu alacak yeteri kadar parası olmayanlarladır.
E.Y - "Eserlerinizin nihai kaderi üzerinde kontrolünüz olmadığını kabul ediyorsunuz. Peki, bu gerçek, üretim sürecinizi ve 'bu işi neden yapıyorum?' sorusuna verdiğiniz yanıtı nasıl etkiliyor?"
U.V - Hiçbir ressam yaptığı ve kendinde çıkan resimlerin kontrolünü yapamaz. Müzayedelerden söz etmiştim: Ben izlemiyorum ama dostlarım bazen bana gönderdikleri ve tesadüfen buralarda satılan resimlerimi görünce şaşırıyorum ve üzülüyorum, "nereden nereye!" Ülkemizdeki ekonomik kaos, insanların yaşamak adına severek aldığı resimleri de buralarda pazarlama gerçeğine düşmüştür.
E.Y - "Diyaloglarınızın bir gün tez konusu olacağını hiç düşünmüş müydünüz? Yazılı ve sözlü ifadelerinizin, resimlerinizin yanında ikincil bir 'iş' olarak değil, onunla eş değer bir üretim olduğunu düşünüyor musunuz?"
U..V - Belki inanmazsınız, şu güne kadar üniversitelerden bana tez yapmak için başvuranların sayısını... Hepsine yanıt verdim. Onların ilgi alanında olmam da benim için bir övünçtü.
E.Y - "Türkiye'de sizin kuşağınızdan sonra, sizinle aynı özgürlük arayışı ve poetik dili sürdüren bir sonraki kuşağı gözlemliyor musunuz? Varsa, bu isimler kimler?"
U.V - Belki var ama ne yazık ki gözlemlemiyorum. Resim ve sanat ne yazık ki güçlü lobilerin kontrolünde - fuarlar, koleksiyonerler - kendi yaratıcı hayalini yitirmiş durumda. Tanıdığım genç ressamlar kendilerine bir olanak sağlayacak daha güçlü lobilere sığındılar. Burada özgürlük bitmiştir.
E.Y - "Türkiye'deki sanat ortamının en büyük eksiği sizce nedir? Snop galeriler ve müzayedeler dışında, genç bir sanatçıya nefes alabileceği alternatif alanlar yaratmak mümkün mü?"
U.V - Vakıflar var. Örneğin ARTER. Şimdiye dek ne yapmak istediğini anlayamadım: "Sahibinin Sesi". Giderek ülkemiz bir başka "APOCALYPSE NOW" yaşıyor - moral YOK, hiçbir şey YOK!
E.Y - "Çocukluğunuzun dümen suyunda" sürekli yaşadığınızı ve resminizden çıkanın ne olduğunu izleyiciye bıraktığınızı söylüyorsunuz. Peki, resim bittiğinde eserinizle aranızdaki ilişki nasıl değişiyor? Sizin için o, sadece bir geçmiş anı mı kalıyor, yoksa eserleriniz hâlâ sizin için konuşmaya devam ediyor mu?
U.V - İlginç, yine dolaştık ve geldik sosyal medyaya. Daha önce her gün yaşadığım bir hüzünden söz edeyim: Benim büyük mekânım, tüm yaşantımda topladığım harika kitaplarla dolu. Sanatı içerenler, boyutlarıyla önemli bir yer kaplıyor! Birden farkına varıyorum ki yıllardır çoğunun kapağını ikinci kez açmamışım ve belki onlara tekrar dokunacak gücü bulamayacağım! Kendi resim ve yazı arşivim yine rafları dolduruyor; yaptığım sergi katalogları ve kitaplarla beraber uyuyor! Evet, şu anda yazdığım yazıdan, dijital dokümanlarıma kadar bu MacBook'da, Instagram'da ve bu dijital olanaklarla geçmişe dönüş çok hızlı gerçekleşiyor. Ayrıca bu evrim daha bitmedi!
E.Y - "İnsan prizmatik bir dürbündür" tanımınız, sanatın da çok yönlü bir algı aracı olduğunu düşündürüyor. Sizin resimlerinizin izleyici için nasıl bir "dürbün" görevi görmesini istersiniz? Resimlerinizle bakanların, göremedikleri hangi boyutları keşfetmelerini umarsınız?
U.V - Bakanlara söyleyecek bir sözüm yok ama görenler; onlar soru sormaz! Bir tablonun anatomisini yapmak, sanat tarihçilerinin gereksiz bir takıntısıdır ve sanatın gizemiyle uyuşmaz. Sanat eleştirisi, günümüzde gerekliliğini yitiren uğraşlardan bir tanesi, belki bu nedenle. Fransa'da artık rastlanılmıyor ama başka nedenlerle; örneğin pentürün yok olması, konseptüelin de anlatacak bir özelliğinin bulunmaması!
E.Y - "Biyosferinizi kurabildiyseniz oyuna devam" diyorsunuz. Bu "biyosferin" somut sınırları nelerdir? Sanatsal üretiminizi ve kişisel özgürlüğünüzü korumak için hangi kuralları veya ilkeleri uyguluyorsunuz?
U.V - "Biyosfer"den kastım bir ressam için çalışma ve yaşama mekânları; atölye, ışık, malzeme vb. Sanatıyla yaşamak ve onun gerektirdiği yaşama ve çalışma ortamını taviz vermeden gerçekleştirmenin ne kadar zor olduğunu anlatmama gerek yok. Şairler, yazarlar nasıl yaşıyor, o da anlatılmıyor!
Sonunda yaşamak da bir ustalık oluyor!
E.Y - "2018'deki 'HİÇ' temalı serginizde, 'boşluk bile çok şey anlatır; nesne olmadan önce bir ŞEY'di' diyorsunuz. Bu 'hiçlik' ve 'boşluk' kavramlarını tuvalinizde somut olarak nasıl temsil ediyorsunuz? Bu, izleyicide bir yokluk hissi mi yaratmayı amaçlıyor yoksa varoluşun özüne dair bir sorgulama mı?”
U.V - Bu 'HİÇ', NAZIM HİKMET’in “HİÇ GİDİLMEYEN DENİZLER-SÖYLENMEMİŞ SÖZLER” dizesinden esinlenmişti, serginin adı da buydu. Kanımca bugün Evren'e bakışımız değişti, o gözümüzün önündeki sonsuz bir "ŞEY" ve biz bu sonsuzda bir "HİÇ"iz.
E.Y - "Vermeer, Holbein gibi ustaların tekniklerini çözemediğimizi, doğal pigmentlerin tükendiğini söylüyorsunuz. Bu 'kayıp bilgi' ve 'orijinal malzeme' yokluğu, sizi bir sanatçı olarak nasıl etkiliyor? Modern malzemelerle eski ustaların ruhunu yakalamak mümkün mü, yoksa bu bir tür 'temsil'den mi ibaret?”
U.V - Doğadan gelen bu pigmentlerin giderek tükenmesi, bulunmaması anlamına gelmez. Örneğin "Lapis Lazuli", tarifsiz bir mavi; Giotto’dan başlayarak resme girmiş ama doğada çok az oluşu ve de çok pahalı olduğu için "takı"larda kullanılması, her ressamın malzemesi olamaması onu kurtarmıştır. Konseptüel resim, pentürü öldürdü ama bugün resim malzemeleri hiçbir çağda olmadığı kadar kaliteli ve her yerde bulunabiliyor ki ne yazık ki bu kaliteli pentür malzemelerini satın alabilecek ve gerektiği gibi kullanabilecek ressam sayısı az!
E.Y - "İnsanların severek aldıkları resimleri ekonomik kaos nedeniyle müzayedelerde sattığından ve buna üzüldüğünüzden bahsediyorsunuz. Bu, sanat eserinin 'sevgi nesnesi' olma ile 'meta' olma arasındaki trajik ikilemi gösteriyor. Bir sanatçı, eserinin bu kaderden kaçınmasını sağlayabilir mi? Yoksa bu, sanatın doğasında var olan bir acı mı?”
U.V - Alıcı gözüyle baktığınızda, müzayede olarak toplayan ve satanların sanatla yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yoktur. Amaç, ticaret ve para kazanmaktır. Öbür yandan yine bu kişilerdir, resmin değerini empoze edenler, ressamları kategoriye koyarak tartanlar. Buna bağımlı olarak sistemi yönetenler: Koleksiyonlar, müzeler, fuarlar, tüm resme özgü uğraş da hazır giyim patronları, endüstri patronları, lüks otel sahipleri, hızlı para kazanmış kişilerin tekelindedir! Fellini’nin deyimiyle: "E LA NAVE VA"… Ve gemi gidiyor!
E.Y - "Dijital enstalasyona sıcak bakmadığınızı ancak 'sinema' olabileceğini söylüyorsunuz ve gençliğinizde bir film yaptığınızdan bahsediyorsunuz. 'Fugace' kavramı, hareketli görüntüde sabit bir tablodan daha mı güçlü ifade bulur? Neden sinema sizin için diğer dijital formlardan daha kabul edilebilir?
U.V - 60'lı yıllarda sanatı tersyüz etmek istediler: "Yeni Roman", "Yeni Dalga" (sinemada), "Modern Müzik"... Tutmadı, tek başarılı oldukları "Plastik Sanatlar" oldu ve hâlâ içinde yüzüyoruz! Roman da iki yıl süren Kovid'in bir yan etkisi olarak ne kadar canı sıkılan varsa roman yazmaya başladı; benim adıma bitmiştir! Sinemaya gelirsek, çağımızın bize bağışladığı tüm teknik olanak (görsel ve kameradan söz ediyorum) gelişim, bu sanatı çok öne çıkardı yani GÖZ-KAMERA, yazıdaki zenginliğin görsele aktarılması gibi! Anlatım, resme çok yakın; bir başka anlatım, belki tiyatroya ilgim de bunu onaylıyor!
E.Y - "Paris'teki atölyenizden, bir parkın içinden ve şehrin sanat ortamıyla kolay iletişimden bahsediyorsunuz. Mekânın fiziksel ve kültürel dokusu, 'akış' hâlindeki o sezgisel üretim anlarınızı nasıl besliyor? Aynı üretkenliği ve ilhamı Türkiye'deki bir atölyede de hissedebilir miydiniz?”
U.V - Şunu açık söyleyeyim, Türkiye’deki "KAOS" benim için bir "BURN OUT", uykuları bölen bir "KARABASAN". Dostlarım bir yana bu gençliğe acıyorum. Büyük bir sisin içindeyiz, göz gözü görmüyor, belki bir ışık vardı, görünmez oldu! Bunu sezmiştim çıkarken, oynanan oyunları ve buna elimizi kaldıramayacağımızı!
E.Y - "20 yıl boyunca bir resminize bakan ve her seferinde ona yeni bir şeyler söyleten izleyici örneğiniz çok çarpıcı. Sizce bir resmi 'okumak' ile 'görmek' arasındaki o sihirli eşik nedir? İzleyicinin o eşiği geçmesi için siz, resminizde bilinçli olarak ne tür 'kapılar' ya da 'ipuçları' bırakıyorsunuz?”
U.V - "ZORLA GÜZELLİK OLMAZ" ya da "Bunu sevdireceğim" diye resim yapılmaz. Ayrıca yaptığınız resim de herkese ulaşmaz ya da sevdirmenin kuram ve kuralları yoktur ama ben telepatiye inanırım; bilincimizin geriye dönüşümlü bir iletisidir. Farkında olmadığımız bir alışveriş var!
U.V - "Genç sanatçıların lobilere sığındığını ve özgürlüğün bittiğini söylüyorsunuz. Bu durumda, sizin gibi bağımsız kalmayı başaran bir sanatçı olarak, onlara ne gibi bir tavsiye veya alternatif bir yol önerirsiniz? Bu umutsuz tabloda, sanatın dönüştürücü gücüne dair inancınızı koruyor musunuz?”
U.V - Resmi özlediğimiz yıllar çok uzaklarda, bugün var olmak bir metaya bağımlı ve de kimse kimseye alternatif bir yol gösteremez ama yine de özgürlük bu kadar kolay satılamaz!
E.Y - "En anlamlı geri bildirimin, bir resminizi 20 yıl seyredip onunla yaşamak olduğunu söylüyorsunuz. Bu, entelektüel eleştiriden çok, samimi ve zaman içinde gelişen bir ilişki. Sizce günümüzün hızlı tüketilen sanat ortamında, böyle derin ve samimi bir izleyici-sanat eseri ilişkisi kurabilmek hâlâ mümkün mü?”
U.V - Uzaklardan benimle yakın görüşemeyenlerden, tanımadıklarımdan aldığım mesajlar şunu gösteriyor ki resimlerim onlara varıyor ve konuşuyor; demek ki bir "çekim alanı" oluşmuş. Bana da onları tekrar şaşırtmak düşüyor!
E.Y - "Diyaloglarınızın tez konusu olması sizi övünçlendiriyor. Resimlerinizin fiziksel kaderi üzerinde kontrolünüz olmayabilir, ancak fikirleriniz ve sözleriniz yazılı olarak kalacak. Sizin için hangisi daha kalıcı ve değerli: Fiziksel resimleriniz mi, yoksa onların ardındaki felsefeyi aktaran bu diyaloglar mı?
U.V - Bu diyaloglar benim bir "röntgenim", benden haber getiren belgeler, sezilerde bir anımsatma ama "düş kurduran" resimlerim. Her ikisi uzlaşsın ki ben kalayım!
E.Y - "Paris'teki atölyenizin bir parkın içinde olması ve gününüzün resimle diğer ilgi alanları arasında bölünmesi, yaratım sürecinizi nasıl etkiliyor? Bu dış mekân, resimlerinizdeki semboller, hayali peyzajlar ve 'zamanın öteki kıyısında' hissi ile nasıl bir diyalog kuruyor?
U.V - Benim "merak kabinelerimden" söz etmiştim. Günüm ne kadar resimle geçse bile dış ve yapıcı etkenler, bu biyosferin "hayal bahçeleri" oluyor. Yaşanmışlığın giderek bir görselliğe saptanması, devingen görsel sentezlerle bir diyalog oluşturuyor.
E.Y - "2018'deki 'HİÇ' serginizin temasından bahsediyorsunuz. Sanatınızda boşluk, yani 'nesne olmadan önce bir 'ŞEY' olan Hiç,' nasıl bir rol oynuyor? Bu kavram, eserlerinizdeki 'yalnızlık' hissiyle nasıl birleşiyor?
GÖRÜNTÜ pentür 2023U.V - İçimde kurguladığım ama yanıtını bulamadığım resim ögelerinin simgesel mekanlara dönüşmesi "ŞEY", bir görselliğe saptanması "HİÇ"e, gidilmeyen denizlere dönüşüyor ve de orada yalnızım!
E.Y - "Ülkemiz bir başka 'APOCALYPSE NOW' yaşıyor: moral YOK, hiçbir şey YOK!' diyorsunuz. Bu denli karamsar bir tabloya rağmen, sizi üretmeye ve sanata olan inancınızı korumaya iten en temel motivasyonunuz nedir? Bu, sanatın kendisi mi, yoksa onun size sağladığı 'özgürüm' diyebilme gücü mü?
U.V - Eğer kaderime başkaldırmışsam, kafamdaki beni götüren nehir, gideceği bir denizi de biliyor demektir. "Özgürüm" demek, hayatın kendi dinamizminden kaynaklanır.
E.Y. - "Gençliğinizde hocalarınızın yeteneksiz olduğunu ve malzeme bulamadığınızı söylüyorsunuz. Peki, bugün bu teknik birikim ve bilgi birikimi, genç sanatçılara hangi yollarla aktarılabilir? Sizce sanatın teknik bilgisi, 'yaratıcı hayalini' yitirmeyen bir nesil yetiştirmek için ne kadar önemlidir?
U.V - Bu olgular gözümüzün önünde ama yaşadığımız dünyanın dışına bakmayalım. Hocalarımızın şanssızlığı da başlangıçta resim sanatını (tekniğini) gerektiği gibi öğrenemedikleri için ama bugün süzgeçten kim geçmişse koleksiyon ve müzelerde boy gösteriyor. Giderek kendini dahi olarak tanıtanlar var ve bunlar kişisel beğeniler.
Kanımca yapılacak bir şey yok!
E.Y - "Müzayedelerde eserlerinizi gördüğünüzde 'nereden nereye!' diye düşündüğünüzü belirtiyorsunuz. Bu durum, eserinizin bir zamanlar size ait olan o 'duygu' ve 'anlam' yükünü kaybettiği anlamına mı geliyor? Sanatın değeri, sizin için alınıp satılamaz bir şeyken, bu pazarlama gerçeğiyle nasıl yüzleşiyorsunuz?
U.V - Hiçbiri, daha önce söyledim. Sizinle ilişki kurmadan oradan buradan bulup bir resminizi asan müzeden ne bekliyorsunuz ki? Ne me-ne bir müzayededen, çöken bir düzende bienal yapan, çağdaş fuardan bir şey bekleyelim. Her şey benden uzaklaşıyor ve gözden yitiyor!
Ne diyeyim ki: Hiç.
YanıtlaSil