YÜZBAŞI FREDERİCK BURNABY'NİN GERÇEĞE YOLCULUĞU


Kitabın bu günkü kapağı

1877 kitabın ilk baskısı


Geçenlerde " Liberation " gazetesinin kitap ekinde, iki sayfa "ERMENİLER: YÜZ YIL UNUTULMUŞ BİR SAVAŞ" başlığıyla uzun yıllar Türkiye'de "rapporteur" olarak bulunmuş Marc Semo'nun bir yazısını okudum; 1915 tarihinin 100. yıl anımsatması ya da hesaplaşmasını kafasına koymuş dış ülkelerdeki ermeni lobisi, bunu "ivedilik" olarak tüm mediatik ekrana yansıtmasına nisan ayının yaklaşmasıyla hız verdi. Kendilerine göre belki son şanş olarak görüldüğü için tüm yazar ve tarihçilerine bu ödevi verdiler, şimdiye kadar gözüme ilişen kitap; araştırma, yorum, anı, roman sayısı daha da çoğalacak. Ermeni asıllı sinemacılar da boş durmıyacak bu arada, şimdiden bu konuya hassas olan bazıları, örneğin Fatih Akın sinemada, Pınar Selek, Hamid Bozarslan vs yazıda, Türkleri temsil ediyor. 50 yıldır Fransa'da yaşıyarak neler duymadım, neler görmedim; "atışa açık" bir konu olduğu için, her nisan ayında media manupulé edilir; birbuçuk milyon Ermeniyi nasıl kestiğimiz anlatılır radyoda, nereden, kim olduğu meçhul silik fotoğraflardan yapılmış belgeseller, sokakta bağırıp çağırma ama bunlara nedense hiç yanıt verilmez, Asala terörü 70 yakın Türk diplomatını öldürdüğünde de hep şaşkın baktılar. 1975 yılında Honfleur'de yaptığım bir sergiye gelen bir ermeni bayan, galerici Simon Chaye'ya "galerisinde nasıl olur da bir cani, bir katil sergilediğini" yüzüne haykırdığında ne yazık ben yoktum.
Bilgisayarımızın ekranından bir balinanın can sıkıntısını anında izlediğimiz bu çağda, açıkca hayali yazılmış bir ülkenin yanlış tarihini üstlenmekte katiyen zorunlu değiliz ama bu konuyla ilgili tüm araştırmacılarda hiç bir dialektik açılım getirildiğini görmedim. Bizim tarihcilerin arşivleri inceleyecek yeterli bir osmanlıcası hiç bir zaman olmadı, olmayacak da. O zaman belgeyi nerede bulacak, o da karanlık. Bazı ilginç açılımlar olmadı değil; Mehmet Perinçek'in Ruş arşivlerine yönelmesi ( Rusya bu arşivleri hiç bir zaman açmayacak; Öncelikle Ermeni'leri kışkırttığı, silahlandırdığı ve de Ermenistan'nın hala kendi ülkesi olduğunu düşledikce), babanın da Ermeni lobileriyle başını belaya sokması! İsviçre/Amerikan Ermeni Lobisi kimleri angaje etmişti, akıl almaz! Şaşırtıcıdır bu şamatada yine bizimkiler alık alık bakıyor.
Uzun yıllar önce dostum Alpay Evin'nin verdiği Sabah Gazetesi yayınlarından, ingilizceden çevrilmiş bir kitap: "Yüzbaşı Frederick Burnaby'nin at üstünde Orta Asya'ya seyahati"; birinci sayfada gerçek suratınıza çarpıyor, yazar hikaye anlatmıyor, ancak o yıllar bir ülke nasıl geri kalmış olabilirdi ama o güne özgü hiç bir belgeye alıcı gözüyle bakmadık, baktık ama görmedik; bize anlatılan masalların mırıltısıyla hala uyuyoruz. Burnaby keyfinden gezmiyor, bir ajan, İngiltere'nin gönderdiği bir gözlemci, bir Rus-Türk harbi olasallığı; Osmanlı İmparatoluğunun nabzını ölçmeye, kan tahliline yolculuk yapıyor. Tekrar ediyorum, sosyal tarihi yazılmamış, yanlış anlatılmış bir Türk tarihine; özellikle 19 asrın sonuna, "hasta adam", harcına borcuna saygısız ve de cahilce yönetilen bu ülkeyi en iyi anlatan bir kitap, bir döküman. Yanında  bir İngiliz emir eri ve bir Türk rehber ve dört atla sabah İstanbul'dan çıktıklarında, yağmur ve kötü hava şartları nedeniyle Gebze'ye 24 saatte varıyorlar. Yağmurdan yok olan patika, çamura saplanan atlar, karanlık; evet ülke karanlık. Yol yok ama nasıl olurda böyle bir imparatorluk, boğaz'da yeni saraylar kurar? İşte bu yıllar Beylerbeyi Sarayı. Ermeni mimar Sarkis Balyan'nın çok kısa bir sürede (1861-1865 ) bitirdiği bu sarayı görmeyenler bu çılgınlığı anlayamaz. 1912 de ikinci Abdülhamit burada tutuklanmıştır. Daha önce Yine Mimar Garabet Amira Balyan, oğlu Nigagos Balyan 1851 de Dolmabahçe sarayını yapmışlardı. Sarayla birlikte devletin bütçesi de batmış Sultan Abdülaziz yönetimi bu durumda almıştı. Burnaby'nin geldiği yıl 1876, Sarıkamış'a nasıl gidilir bu durumda; günlüğünde geçtikleri köyler , kasabalar hep sefalet, kaymakamlar maaşlarını altı aydır almamış, hiç bir yardım yani İstanbul'dan hiç ses yok. Genelde kasaba ve köylerde etnik bir farklılaşma var, ticaretle uğraşan ermeniler zengin, yörenin ekonomisi haklı olarak ellerinde ve her seferinde onlar misafir ediyor ingilizleri. Rum'lar tarımla uğraşıyorlar, Egeye göre orta anadolu'da seyrek. Türklere gelince açlık ve sefalet, eli silah tutanları acımasız doğu cephesine yollanacak ama gönderecek güç bile doğru dürüst yok, başı bozuk , aç, giysi ve silah hak getire. Acımasız bir kış yolculuğu, köyler hastalıktan kırılıyor. Buna elini kaldıramayan bilinçli devlet memurlarına da rastlıyor yüzbaşı, hepsi "intihar'ın" eşiğinde diyor. Aynı günlerde Abdülaziz, Dolmabahçe sarayın'da yaşıyor; sarayda 5320 kişi çalışıyor, sarayın yıllık harcaması 2 milyon sterlin. Doğu'ya yaklaşırken gerçekler su yüzeyine tek tek çıkıyor. Uzun yıllardır yabancı misyonerlerin; çoğu Amerikalı, kurdukları okullar,  Amerikan kollejleri, aşıladıkları din ve onun bilinci, Rus'ların özgürlüklerini onlara silah vererek anımsatması, yaşadıkları yerin kendi toprakları olduğu inancı Ermenile'ri bir baş kaldırmaya itiyordu. 1950 lerde Cevat Fehmi Başkut'un " Harput'ta Bir Amerika'lı " oyununu seyredip gülerdik, yani bunun bir " oxymore" olduğundan yazarın da haberi yoktu; yıllarca bu ülke " ..orada bir köy var; uzakta! " , kimsenin de aldırdığı yoktu açıkca.


Osmanlı Ordusu  1895


Ermeni'lerin bir camıye saldırısı
Meşhur 93 harbi bir sonuç vermedi ama nefret ve hesaplaşma planları daha da netleşmeye başlamıştı. Dış provokatörler imparatörlüğün çöküşüne çok kısa bir süre kaldığını çok iyi biliyorlardı, 1876 da sultan beşinci Murat, İkinci Abdülhamid'de devretti, tam hastaydı devlet. Ermeniler'de İstanbul'da devleti yöneten gerçekle kendi kurgularını, daha çok o sistemi içinde yönetici olarak, sultana borç vererek, dış hariciyeyi yöneterek olabilecek bir senaryonun düşüne yatmışlardı. Doğudaki hesaplaşma "Aznavur Çeteleriyle" dağa çıkış, gizliden silahlaşmanın yanı sıra, o topraklarda yaşıyan başka bir etnik yapının belki farkında değillerdi; kürtler! Olduğundan bu yan feodal ve ezilmişlik, topraksızlık, açlık, paylaşılan bu toprakta biri zengin öteki ölümüne aç.



Burnaby'nin gözleminin çok doğru olduğu bir gerçek, daha önce doğu ve ortadoğu'da gözlemcilik yapmış ve de türkçe ve bir sürü dil biliyor, açıkca bir ajan ve de tarafsız. Kitapta söz ettiği bu etnik sürtüşmenin başladığı tarihlerle onun sürecinde bir katliam olarak nitelendiren 1915 doğru geldiğimizde, söz ettiğim aynı topraklarda yaşayan ama hiçbir ortak niteliği olmayan ermeniler ve kürtlerin arasındaki hesaplaşmayı; kimse bir ön tez olarak almadı, hep ölçülmüş, planlanmış ve uygulanmış bir " génocide " olarak yargılanıyor. Örneğin, yaşadığı o yılların İstanbul'unu harika bir belgesel olarak " Loxandra " kitabında anlatan Maria İordanidou, Kurtuluş'daki evlerine her kış başı gelip odun kesen "kürt baltacının" bir yıl ortadan yok olduğunu, ertesi yıl yeniden geldiğinde yokluğunun nedenini soran Loxandra'ya kürt'ün verdiği yanıt " akrabalarımdan bir haber geldi- malın mülkün yok, acale gelip bir iki ermeni kes, toprağın olsun!.. ve ben de gittim". Çok ilginç; Acte-Sud yayınlarından çıkan ilk baskısınında okuyup, ödünç verdiğim ve de geriye dönmiyen kitabımdan sonra yeniden aldığım "Livre Poche'un Babel serisinden" yeni baskısında anlattığım bölüm çıkartılmış! Fransa bu konuda bir taraf tutuyor, politika ve oy kaygıları onu bir ermeni lobisinin dümen suyunda absürt bir politikaya itiyor. Kendi geçmişinde yaptıklarının envanteri nedense hep dışlandı. Fransa'nın buna benzer bir etnik parçalanma yarattığını Lübnan'da 1930 yıllarına "iyi yönetmek için bölmek gerekir" taktiğini nasıl uyguladığını, Kenize Murat'ın annesi Selma sultanı anlattığı "Saraydan sürgüne" kitabında çok iyi görürüz. Bu etnik karşı düşmanlık daha sonraki yıllarda Lübnan iç savaşını doğuracaktır, bir ülke nasıl yerle bir edilir! Daha sonra 1994 de Fransa yeni bir katlimın mimarı olur; Rwanda'da iki etnik gurup Tutsi ve Hutu, karşıtlıkları ne olabilirse, nedeninin analizi nasıl yapılabilirse yine sonuç kan-revan. İnançlar, dinler, fakirlik , zenginlik; tüm paradokslar bir hesaplaşmayla bitiyor, insan sürekli rahatsız

Dedem (ortada) ve kardeşi (elinde gazete olan) Mısır'da esir kampında
1915 doğru yaklaştığımızda, 1913 Balkan harbinden yenik çıkan Osmanlı imparatorluğu içinde uzun bir süredir örgütlenen, İkinci Abdülhamid'e karşı bir gurup: Jön Türkler, yönetime el koyup bazı reformlar yapmak amacıyla yeni bir döneme geçildi. Ama sorunlar o kadar çoktu ki; örneğin Yunan çeteleri, Makedonya, Girit'te ayaklanmalar, Ermeni'lerin özerk devlet kurma ayaklanması, kürt ayaklanması, Arnavutlar, İngiliz'lerin kışkırttığı Arap milliyetciliği, çöken devletin tembel ve yiyici bürokrasisi vs. İmparatorluk son gücüyle Almanya'yla birleşip Filistin Cephesini açıyor. Ünlü Cemal Paşa'nın ordusunda dedem de bir teğmen olarak katılıyor. İlk hamlede kolera'dan kırılan askerleri gören İngilizler geri kalanları esir alıp, yayan Mısır'a götürüyor. Dedemin anlattıkları korkunç; kilometrelerce uzayan bir kuyruk aç susuz günlerce yürüyor, geçtikleri her filistin köyünde bu askerlere tükürüyor ve de üzerlerine dışkı atıyorlar, Lübnan da öyle. Dedem hala anlamamıştı; " biz oraların yolunu , köprüsünü yaptık diyordu.( Şimdi biraz düşünün; bu filistin'liler için canını feda etmek isteyen bizim devletin başkanını ) Kardeşi kampta ölen dedemi, ingilizler, kaçıp tekrar bizimle savaşmasın diye bir gemi koyup Hindistan'a yolluyorlar. Üç yıl da orada askeri bir kampta kalıyor, sonra  serbest bırakıldığında yürüyerek memleketi Bolu'ya dönüyor.


Alpay Evin'nin babası da Mısır'da başka bir kampda
Bu konuya değinmemin asıl nedeni tarih yanlış yazıldığında belki unutulduğunda, olayların kurgusal karakteri ters yüz oluyor. Anlatmak istediğim; Ermeni lobilerinin seçtiği1915 yılını düşünün biraz, çürümekte olan bir imparatoluğun; birinci dünya harbine nasıl girdiği, bu "apocalyptique" ortama prizmatik bakarsak, hangi devlet yani Burnaby'nin anlattığı bu karanlık ülke böyle bir "genogidé"i sahneye koyabilir? Ders vermek amacıyla gönderilmiş askerlerin yaptığı bir katliam mı yoksa etnik  kin  ve yağmacılığın sonucu sürgünlerin, hastalıkların, nice belaların ceremesi mi?  Bırakın 1915 yılını yanıtlamak, burnumuzun ucundan geçen 6-7 eylül etnik hesaplaşmasını bile kimin örgütlediğinden haberimiz yok. Yaşadığım Arnavutköy'de bakkal Asadur, berber Niko, meyhaneci Hristo pılısını pırtısını toplayıp tatile mi gitti? Bize okullarda yalnız kahramanlıkların şiirini söyliyenlerin modası daha geçmedi, hala ötüyorlar, tarihçi geçinenler yine aynı kitapları yazıyorlar.
O zaman oturalım "sosyal ve paralel bir tarih yazalım".















Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA