OXYMORE / KATEDRAL
Karanlık ormanlardan, yalnız hışırtılarını duyduğum, göz alabildiğine uzanan buğday tarlalarının yol kesimine çıktığımda, üstüme yağan çiğ, geceyi daha da dayanılmaz hale getirdi. Beni yol kavşağında bırakan kamyon şoförü; "..bir kaç kilometre yürürsem, Köln'nün ışıklarını göreceğimi" söylemişti ama Almanca'dan çok elleriyle konuşmuştu, ne kadar anlamışsam! Birden uzakta beliren bir ışık süzmesi bana bir umut vermeden o hızla kayboldu; aniden arkadan gelen bir kamyonun gürültüsüyle umutlanıp, elimi kaldırmadan; ıslak asvalttaki tüm suları üstüme püskürtüp, hızın verdiği soğuk dalgayı bir şamar gibi yüzüme vurdu kamyon. İşte bu kez sırıl sıklam, çaresizlik içinde desen ve gravürlerimin olduğu kartona üstümde ne varsa sardım. Belki açlık; içimde bir titreme, çiğerlerimi sökecek, beni alıp o karanlık tarlalara savuracaktı. Yine yürüyorum, o uzaklardan kayıp giden ışıklar da yok oldu; yolun silik çizgisine gözüm alıştı. aman yitirmemek. Güzel şeyler düşünüp korkumu dağıtmak; örneğin kürt Necati, beni bu halde görse ne yapardı; ne kadar gülerdi, Naile'nin teninin sıcaklığını duyuyorum, Akademide'ki herkes sanki beni izliyor. Bir mucize mi yoksa; gözüme bir ışık ilişti, bir pencere gibi bir şey; hız verdim, korkum biraz geçti ama bir köpeğin havlaması da korkuyu yeniledi.
Yaklaştım, ne olursa olsun, bir bekçi kulübesi gibi bir şey, köpek galiba bağlı; yoksa beni parçalamıştı bu korku ortamında. Daha yaklaştım; ünüformalı biri, gözleme alanının penceresinin içinde şapkası kaymış, masada uyuyor. Köpek daha fazla uluyunca uyandı, camın ardından el lambasını bana yöneltti. Şimdi onun gözünden bakalım: zayıf, sakallı, uzunca boylu, elinde bir resim kartonu ve bir sırt çantalı, yorgun bir fantom! Onu korkuttum kanımca, eliyle bana çek git gibi işaretler yapıyor; ben de kaybolduğumu ve de kulübe civarında uyuyabilirmiyim yanıtını içeren pandomimle yanıt veriyorum ama korkuyor galiba yakınında uyursam. Köln nerede diye sorgu işaretleri yaptım, adam ters bir yön gösterdi, o zaman sabahı beklemekten başka çare yoktu.Yağmurdan beni koruyacak bir ağaç arıyorum ama göz gözü görmüyor, sonuçta dibi biraz kuru, ulu bir ağacın altına sırtımı dayadım.
Çok erken bir sabahtı, bu çiğ yağan, rutubetli ormanda nasıl uyumuştum? Göğüs kafesim öyle titriyordu ki, kaslarım uyuşmuş, dizlerimin gücü yitik, kalkıp gidecek, biraz ısınacak olanağım yoktu; yine güçlükle doğruldum, bir sigara için neler yapmazdım, kulübeye istemeden yaklaştım, adam aynı pozisyonda uyuyordu, köpek baktı ama havlamadı, gece karanlığında farkına varmadığım bir panoda almanca bir şeyler yazıyor ve ormana doğru yön bildiren ok işareti vardı; demek bu kulübenin nedeni buydu, ne olabilir bu ormanda, yasak bir yerde mi uyumuştum? Titriyerek güneşin değdiği açıklığa gittim.
Bu kez ters yönde yürüyorum, güneşle beraber gelip geçen arabalardan yardım istemeye, bir kartona Köln yazmak isterken bir wolsfogen durdu, koşarak gittim; sürücü türkçe olarak burada ne yaptığımı sordu, sırt çantama taktığım üçgen türk bayrağından yakalamış Türk olduğumu. Köln'e gitmek istediğimi söylediğimde yanlış yöne gittiğimi anlattı. O yıllar Almanya en kalifiye işçileri almıştı, çoğu İstanbul'lu, okumuş teknik elemanlardı. Hiç unutmam; bana "..yüzümün soluk, belki hasta; çok kötü bir bir durumda, yaptığımın da bir delilik olduğunu" açıkladı. Önce bir sigara içtik sonra da Köln'e gitmediğini ama benim için yolunu biraz uzatacağını söyledi, geçtiğimiz bir köyden de benim için yiyecek bir şeyler aldı ve beni Köln'nün bir varoşuna bıraktı. Bu erdemi tüm Avrupa yolculuğumda yaşadım; asrın başından bu yana harplerden, kan ve revandan, ölümden sonra dirilişi yaşıyordu Avrupa. Bugün yaptığım bu deliliğin adı bir "sanrı" dır, daha sonraki yıllarda denediğimde "insana güven" yine başını alıp, çekip gitmişti, insan bu, çabuk unutuyor!
Kentdeyim şimdi, yorgunluğum biraz geçti, gecenin kabusu geride kalmıştı. Sokakta fazla dikkati çekmiyorum çünkü o yılların modası; gençliğin bunalımını dışa vuran "hippy" görünümündeyim kanımca. 60 yıllarında başlayan ve varoluşculuk adına bir başkaldırıyı içeren bir bunalım, toplu yaşamayı seçen, materiyalist her şeyi dışlayan, kız- erkek, uyuşturucuya bağımlı, "contre- culture" bir tavır gütmek, 2 dünya savaşının sonunda toplumların değişimine paralel; tüketim toplumlarının ürünü olarak bir karşı oluş teorisi yaratmak diyebiliriz ama anarşizmin ne işe yaradığını bildiğimiz için de, sonuçta bir moda olarak tarihe geçti. 15 gün önce aynı durumda Münih'e vardığımda, yatacak yer ararken, kentin en büyük parkı "Englicher Garten"deni mekan edinmiş kalabalık bir hippy grubunun içine düşmüştüm. Çok ilginç; topluluk sosyal bir eşitlilikle yönetiliyordu. Gündüz, kızlar büyük mağzalardan yiyecek içecek çalıp yemek sorununu karşılıyorlardı. Akşam Münih'in en şık caddesi Elisabetstr. de yaptığımız resimleri sergiliyorduk, mum ışığında. Bu orjinalite epey para getiriyordu ki ben giderken 50 mark verdiler; kuzeye gidiyorum diye. Bu parayla Brüksel'de bir uyku tulumu almıştım, kuzey Avrupa' da yaz aylarının ne denli geçtiğini iyice anladıktan sonra.
Önce kentin müzelerini keşfe çıktım, sorarak bir tek Wallraf- Richartz Museum'u buldum. Vakit geçti müzeye girmek için ayrıca gücüm de yoktu; yarına bıraktım. Katedral'i kolluyorum, kentin merkezi olduğu için, eski kent -Altstadt- yakınında resim galerileri bulabilirim olasallıkla! Doğru; büyük bir galeri estamp sergiliyordu. Vitrininde gözüme ilişen çok usta bir desen, litographie; dışavurumcu gücüyle beni galeriye soktu.
Galeride asılı diğer işleriyle ilk kez Kathe Kollwich'le karşılaşıyordum. Daha sonra resmimde beni çok etkileyecek bu ressaın, yaşantısında da resimleri kadar çok etkin, politik tavrı nedeniyle parti tarafından aforoz edilmiş, hartpte çocuklarını yitirmiş ve 1945 de savaşın bitimini görmeden ölmüş bir kadındı.
İsmini kafama yazdım ve galeriden çıktım ve katedrale doğru yürüdüm.
Akşama doğru turuncu bir ışık katadrali başka bir boyuta sokmuştu; zaman aşınımı, özellikle büyük harp de kentin acımasız bombardımanının izleri, bu ışıkta sanki olanları bize unutturmak ya da kurtulmak gibi bir iyimserliği sergiliyordu. Geç olduğu için kimse yoktu ortada, yorgunluk da beni içine çekiyordu, yavaşca büyük kapıdan süzüdüm, iki kapı arasındaki karanlığa alışıp, sesin geldiği katedralin devasa boşluğuna girdim.
Mistiği somutlamak; kimse bana anlatamazdı bir simgesel mekanı başka bir boyuta sokmak adına ortaçağda virtüaliteyi kullanabilmak gücünü! İlk kez giriyordum bir katedrale, boşluk öylesine etkileyiciydi ki, akşam güneşinin içeriye süzüldüğü vitrayların süzgecinden geçen ışık bir tek yere dokunuyordu, bir statüye; bana oynanan bir oyun gibi geldi. Karanlık bir bölümü seçtim belki biraz dinlenirim düşüncesiyle, oturdum. Kimse yok görünürde. Ses org'dan geliyordu ama sanki akord ediyorlardı; sustuktan sonra tanıdığım bir müziğin kesintili geçişleri ve de tekrar akord. İyice büzüldüm oturduğum sıraya, geçen gecenin, yağmurun, soğuğun, köpeğin, bekçinin, ormanın, karanlık hışırtıların, üstüme çöken ağırlığın...
Bir çığlık nasıl anlatılır sanki havalandım, karanlık, siyah nasıl olabilirse, tekrar çığlık, korkudan kendimi korumak isterken elimi sert bir yere çarptım ve bu acıyla uyandım; olamaz, katedralde sıranın üstündeyim ama elimi bile göremiyorum. Korkuyu yenmem gerekiyor, kendi içime çekilip kollarımla kenetledim baçaklarımı. Çığlık bu kez daha uzaklardan geldi, Prag'da yine doğada uyurken duymuştum; Baykuş olabilir ama nasıl? Kendimi telkin edip yatıştırmak istiyorum, beni unutmuşlar mıydı kapıları kapatırken? Yorgunluktan ölmüş de olabilirim; demek ölüm bir karanlığa takılıp kalmak gibi ama yine elim hala acıyor.. bu kez çığlık bir kanat çırpıntısıyla çok yakınımdan geçti; "baykuşlar saldırmasın, hiç belli olmaz", kafamın üstüne desenlerim olduğu kartonu koydum!
Hanki yıl dı bilmiyorum. Yaşamaya direnenler için bu gece bir son du Köln'de, acımasız inen yangın bombaları ortalığı cehendeme çevirmişti, uçaklar ne kadar katedrale dokunmuyorlarsa da sıcaklıklık vitrayları patlatıp eritiyordu. Bir türlü kaçamıyordum, amacım köprüden kendimi atmaktı ama daha yaklaşmadan suyun yandığını gördüm birden; demek "cehendem" buymuş!
Garip bir huyum vardır; uyusam da biri bana bakıyorsa uyanırım, birden uyandım elimden kayan desen kartonu kayarak arkaya düştü, katedraldeyim, belki sabah, bir adam bana hayretle bakıyor! Başımı döndürüp kapıyı gösterdim ve burada uyuduğumu işaretle anlattım. Almanca bir şeyler söyledi, gelmemi istiyordu, polise mi verecek korkusuyla ben de "tamam, çıkıyorum" misali kapıya yöneldiğimde, gülerek yeme, içmeyi anlatan bir pandomim yaptı. Korkulacak bir şey olmadığını anladım ve katedralin öbür yönündeki küçük bir kapıya doğru yürüdük. Rahiplerin yaşama alanına girmiştik, mütavazi bir yemek odası, masaların birinde kahvaltı yapan ortayaşlı, güleryüzlü, yakasından rahip olduğu gözüken bizi görünce fazla soru sormadan oturmam için sandalyeyi gösterdi. Oturdum, ingilizce ne içeceğimi sordu ve de yaşlıca bir bayan bana kahvaltı getirdi. Hayat öykümü ve geceyi anlattım, o da bana Katedrali anlattı; baykuş ailesi bir kaç kuşak önce, Köln bombardımanında katedrale sığınmışlar ve burayı mekan edinmişler, 1950 deki restorasyondan kalan, tamamen hasar gören vitrayları bir gün onaracaklarını, belki o zaman onlar için biraz zor olacağını da ekledi. Desen kartonumdaki gravür ve litolara baktık; Paris'e Biennale için gittiğimi, ilk kez Avrupa'yı ve müzeleri gezdiğimi de ekledim.
Yıllar sonra, Stuttgart sergilerimden birinde ressam Prof. Hasso beni kır evine öğle yemeğine davet etmişti; Ormana çok yakın evinin bahçesinde bana büyük harbi anlatıyordu, Stalingrad'dan nasıl bir mucizeyle sağ döndüğünü, ölümden ve sonra da veremden nasıl kurtulduğunu, niçin et yemediğini, giderek fantastik bir yaşam öyküsünü. Onu dinlerken sırtımın dönük olduğu ormandan beni izlediklerini hissediyordum; uykuda olduğu gibi! Rahatsızlığımı sezdi ve bana ormana iyice bakmamı söyledi. Döndüm, dikkatle baktığımda; o ulu ağaçlara tünemiş, sayısını bilemiyeceğim, bir sürü iri baykuş - grande duc- bize bakıyorlar. Gündüz baykuş kendini saklar benim bildiğim; gerçekten şaşırmıştım! Yine öykü büyük harbe, bu kez Stuttgard bombardımanına gidiyor; öyle bir kabus ki, ne insan ne hayvan, ne de baykuş unutamamıştı o cehendemi. İşte o gün bu gün baykuşlar pusulayı yitirdiler ama insanlar çabuk unuttular!
Bir göz atmak için açtım, ama bitirmeden bırakamadım. Etkileyici bir anlatım... Eline sağlık sevgili Utku, görüşmek üzere... Egemen Berköz
YanıtlaSilSevgili Utku Bey, acılar ve şiddet kelimelerinize dökülmüş ve belliki ömür boyunca karşılaşmalar yaşamışsınız. Ne kadar çok normalleşmiş satırlarınızda, sıradan, ağlamaklı, hüzünlü bir hayranlık var içinde... Labirentde kaybolmuş gibisiniz oysaki ben herkesin yüzünden okuyabiliyorum artık ve herkesin yüzünde de okuyabilmeliydik... Ömer Kavur'un fransız sembolizmiyle kotardığını tahmin ettiğim film misali her şey saat gibi işlerken... İçimizdeki şiddeti demekki ne kağıt ne kalem ne yazı ne de kurgu bastırabiliyor. Saat kulesinde intihar ettiler.
YanıtlaSilSevgili Utku Bey, acılar ve şiddet kelimelerinize dökülmüş ve belliki ömür boyunca karşılaşmalar yaşamışsınız. Ne kadar çok normalleşmiş satırlarınızda, sıradan, ağlamaklı, hüzünlü bir hayranlık var içinde... Labirentde kaybolmuş gibisiniz oysaki ben herkesin yüzünden okuyabiliyorum artık ve herkesin yüzünde de okuyabilmeliydik... Ömer Kavur'un fransız sembolizmiyle kotardığını tahmin ettiğim film misali her şey saat gibi işlerken... İçimizdeki şiddeti demekki ne kağıt ne kalem ne yazı ne de kurgu bastırabiliyor. Saat kulesinde intihar ettiler.
YanıtlaSilPaşam,
YanıtlaSilBir katedrali bu kadar güzel anlatan başka yazar tanımıyorum.İyiki ressamsın..Yoksa biz ekmek yiyemezdik yazarlıktan.Ren Nehir turundan yeni döndüm biliyorsun. Bendeniz de Katedral diye bir küçük hikaye yazmayı düşünüyorum. Yeni kitabım Çakallar Dünyası için...İzni olursa eğer bu muhteşem hikayeden alıntı yapacığım.Ben Köln,katedralini anlatmayı düşünüyorum.Ancak eski marksisteler gibi bu katedrallere harcanın emek ve para ne işe yarar...demiyeceğim bittabi... Hikaye muhteşem. O'Henry vari..