60 DÖNEMİ TÜRK RESMİNDE CENİNLEŞME VE FİGÜRÜN ÖLÜ DOĞUŞU




 page1image21790928


"....Chagall'ın balık-insan, horoz-insan , saat bileşimleri Uygur'da, kendine özgü figürleriyle dramatik , , trajik bir sorgulamaya dönüşmüştür. ONUN ÜRKEK, CENİNLEŞMİŞ İNSANLARI, DOĞRUDAN CENİNLERİ, YAŞAM -ÖLÜM İÇ İÇELİĞİ TAŞIYAN FİGÜRLERİ ZAMAN SORUNUNUN DOĞRUDAN İFADE ARAÇLARIDIR."

 Turgay Gönenç'in Burhan Uygur'un ölümünden hemen sonra yazdığı ve P Derginde yayınlanan bu yazıyı okuduğum zaman, belleğim 60 yıllarına, Akademi'ye resmi öğrendiğimiz yıllara gitti! Birinci yıl "galeri" denilen desen atölyesinde boyaya el sürmeden yalnız kalem, füzen, pastel vs. büyük boy kağıtlarda doğadan, antik büstlerden, deseni öne alan ustalardan çalışmalar yapılırdı. 1961 de Adnan Çoker'di bizim hocamız, Fransa'dan yeni dönmüştü ve spatülle yaptığı abstre pentürün dışında hiç bir desenini görmedik; buna rağmen iyi bir öğretmendi, Paris'den getirdiği ilgi alanlarını: sinema, müzik ve de sanata özgü aktüel, ilginç konuları konuşur tartışırdık.
Özellikle kitaptan, ustalardan hareketle deseni kavramak; kopyalar yapmak konusunda da yardımcı olurdu.

Utku Varlık Mantegya' dan kopya desen 1961

 Galeri'den sonra dört yıl çalışmak üzere seçeceğimiz pentür atölyelerinin hocaları: Cemal Tollu, Ali Çelebi, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, ve Bedri Rahmi Eyüboğlu; bu arada atölyesi olmayıp da sırasını bekleyen Neşet Günal; yani beş pentür atölyesi vardı. Genellikle 30 yıllarında Paris'in en popüler özel okulu "Academie de la Grande Chaumiere'in hocalarından Andre Lhote'un atölyesinde çalışıp ve de onun resim öğretisiyle Türkiye' ye dönüp, Akademi'ye öğretim üyesi olarak girmişlerdir. Andre Lhote o yılların resim akımı "Kübizm'in" etkisinde yaşadı, bugün Fransa'da pek tanınmaz!

Andre Lhote
Zeki Çelebi
Zeki Faik İzer
Camal Tollu
Nurullah Berk
Bedri Rahmi Eyüboğlu


Neşet Günal

Ötekilerden tek ayrıcılığı: Bedri Rahmi, başka bir ressamı severek dönmüştü Paris'den, Raould Dufy; bu da onun resmine İstanbul ve de folklorun karıştığı - kendisinin deyimiyle bir "cümbüş" - getirdi; merak alanları, şairliği, yazarlığı gibi ötekilerden farklılığını da sonuna kadar yaşadı. Ya ötekiler: onlar da yaşamlarının sonuna kadar Lhote'un öğrencisi olarak kaldılar! Bazen kendime soruyorum: müze kültürümüz, köklü bir sanat tarihi kültürümüz, resim tekniğini iyice kavrayacak atölyemiz onu bize öğretecek de bir öğretim yoktu; kütüphanemiz vardı ama o güne özgü bir kaç dergi: L'Oeil, sanat kitapları; örneğin Skıra gibi kaliteli röprodüksiyonlar olan yayınlara zar zor ulaşabiliyorduk ama genelde sanatı ve pentürü yöneten Fransa'nın dikta yönetiminden çıkmak çok zordu ( bugün de öyle değil mi?) işte bize resim öğretenler beyinleri yaşadıkları o 30 yıllarında dondurulmuşlardı; onları yargılamıyorduk çünkü Akademi eski demokrasilere özgü başlıbaşına bir "biosphere"di, işte pentür de deseni bil ya da bilme, atölyede senden daha kıdemli bir öğrencinin çalışmasına bakarak yapılan; figüratif-abstre kaygılarından uzak bir başlangıç içerirdi. Yalnız kürsüden ve de hiç bir görüntü aygıtı kullanılmadan dinlenilen sanat tarihi, ikinci plan derslerden biriydi! giderek herkesin iyi niyetine kalmıştı öğrenmek! Bu durumda açıklanması gereken tek nokta yaşadığımız o yıllar, sanatın giderek pentürün bir "meta" olarak hiç bir varoluşu olmayan, kendini bir amatör gibi kaygısız, ne yaparsan "fena değil" yanıtıyla sonuçlanan belki daha güzel yıllardı.

Konumuz desen olduğuna göre Neşet Günal Paris'de genellikle Fernand Leger'in atölyesinde çalışıp, fresk tekniğini öğrenmesi, Türkiye'ye döndüğünde özellikle desenin çok ağır bastığı tuval üstüne freski anımsatan çok gerçekçi üslubun tek temsilcisi oldu. Nevşehir'de bir köyde doğması, o yılların unutulmuş Anadolu'ya ötekilerden daha bakmasını, örneğin, ilk cumhuriyet döneminde Sanatı ve resmi Anadolu'ya taşımak, sanatçılarımızın ülkelerini daha iyi

Turgut Zaim
gözlemlemesi için açılan konkurlar, sanatçıları Anadolu kentlerine yollayıp, yapılan resimleri ödüllendirmek gibi. Sözüm Turgut Zaim'in badem gözlü kadınları, tüyleri taranmış keçilerinden Neşet Günal'ın kıraç bir doğada aç insanları! Cumhuriyet döneminin 40 yılları, bilmiyorum belki harp nedeniyle "hamasi" olmak gerekliliği, ressamlara impose edilen başlıca konu: "kurtuluş savaşıydı", kanımca zorla güzellik olmaz sözünün doğruluğunu içerir bu konu, ne zaman bizim hocaların yaptığı bu resimler aklıma gelse sigara gibi resmi de bırakmak isteği gelir!

Cemal Tollu

1962 de Bedri Rahmi, Fulbright bursuyla bir yıl Amerika'ya gidince yerine Neşet Günal atölye hocamız olarak geldi. O süre içinde kendi desen anlayışını özellikle modelden çalışmalarımızda çok iyi empose etti, bu etki en çok Neşe Erdok'ta belirgin oldu, bugün dahi yaptığı resim Neşet Günal kokar. Figürler "rachitique", derinlikten yoksun; desen çizilip, içi boyanmış, gerçekçiliği hasta bir dünyayla karıştırmış bu resim, benim için bir "paradox" taşır; nasıl olur da bugün çok üst fiatlarda satılarak ön plana geçmiştir?

Neşe Erdok
Deseni daha iyi desteklemek amacıyla akşamları 18 de bir saat modelden çalışma atölyesi. "cour de soir", mecburi olmadığı için fazla ilgi görmezdi; atölyeyi Öteki hocaların pek ciddiye almadığı Şefik Bursalı yönetirdi. Öte yandan modelden çalışmak için en makûl bir ortamdı ve de genellikle üç öğrenciyi geçtiğini görmedim!
Akademi'nin bu 60 döneminin en ilginç özelliği açıkça sözünü ettiğim özgürlükten öte, Anadolu'dan gelen öğrencilerin bu atmosfere çok kısa bir sürede adapte oluşlarıydı, açıklamak gerekirse: kentler çok daha aydın ve laik di, onları buraya yönlendiren yine Akademi çıkışlı resim öğretmenleriydi ve de çoğunluk Karadeniz ve Elağız'lıydı bu öğrenciler. Önce İstanbul'da yaşamanın güç şartları; öğrenci yurtları ve parasızlık. Kısa bir süre sonra, Akademinin onlara sağladığı ara konkurlar, imece yaşama ve de buna benzer yaşama ustalıklarıyla "boheme" özenme, varoluşlarını sanatçı olarak değiştirip, kendilerine yeni bir boyut kazandıracaktı!
Alaeddin Aksoy
Gürkan Coşkun (Komet)
Bohem dedik te bu yıllar gerçekten Türkiye'nin de en özgür yıllarıydı; Akademiye İstanbul'un burjuva kesiminden gelen öğrenci sayısı çok fazlaydı, işte bu karışım Akademi'ye hiç bir dönemde yaşamadığı bir "Biospher" oluşturmuştu. Şener Akmen'i herkes kendine göre tanımladı ama gerçek bir serseri, belki bir "pionnier" ama 50 yıl önce bu günkü "conceptuel" i oynayan garip bir adamdı! Çevresindeki ona tapan "komet"lerim dediği bir grup öğrenci: Gürkan Coşkun -Komet-, Mustafa Şener, Burhan Uygur vs. Şener'in yaptığı resmi taklit ettiler (Merdiven Altı Ressamları) ve de o sürede yaptıkları resme hiç bir alternatif getirmeden bugün  müze ve koleksiyonerlerimizin ve de Türk resminin tek yargılayıcısı Müzayedecilerin en gözde ressamları oldular. Şener Akademiden sonra İzmir'e döndü, serseriliğini orada sürdürdü ve öldü!
İşte Türk resminde "ceninleşme"; gerçekten figür doğmadan ölmüş, silik, bulutlarda ya da "no man lands" fonlarda, bir dekorun önünde silüet ama hiç yaşamadık diyor! Boyut yok ya da ona varoluşunu sağlayacak pentür tekniğinden yoksun! Kim dinler: amacın etrafında dolaşmak gereksiz, sanat her türlü şartlarda yapılıp bir beğeniye sunulan tinsel bir şey değil mi? Onu yargılayanın derinliğini araştırmıyoruz; parasını vermiş se duvarına, müzesine asar, gerektiğinde de "yine bir baş eser" diye satar; görme, bakma, anlama gereksizdir; işte "markalaştırma" yalnız sorduğumuz soru: "kimin gölgesi büyük?"

Burhan Uygur



Merak ettim, desen ve figüre üstüne ne gibi bir araştırma yapılmış: çok az yok gibi ama araştırırken gözüme çarpan Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Elif Dastarlı'nın "Türk Resmine Desenden Bakmak" araştırması. Böyle bir araştırma bir sanat tarihçisi olmak yolunda çaba sarfeden genç bir hanımın bu konuda hiç bir görüşü olmadığı gibi tanımadığı bir takım kaynaklardan aldığı bir parcwork benzeri çalışması bir çok paradoks içeriyor; geçelim Selim Turan'nın, Cihat Burak'ın, Tiraje Dikmen'nin desenini, en çok üstünde durduğu örneğin Mübin:

Mübin Orhon

"Resmini soyutlama ve soyut bir anlayışla oluşturan Mübin Orhon (1924-1981)ise aslında renk ile geniş alanlar oluşturduğu karakteristik resim tarzına çizgiyi dahil eder. (Görsel 10) Sanatçının üzerindeki Doğu f elsefesi, mistisizm, tasavvufi fikirlerin etkileri,renk ve çizgi ile birlikte çıkar adeta karşımıza."

Peki bu bayanın Türk Resmine Desenden Bakışında, kendi beğenisine katılalım mı, söyledikleri ve beğenileri anlamsız bile değil ama bunun benzeri üniversitelerin kürsülerindeki "Müzayede Evlerinden" diplomalı bir sürü akıl hocası, hocalarının buyruğunda güya kendi beğenilerini taslıyorlar;öğrencilerini yönlendiriyorlar. Ama daha önce, amatörler için hazırlanmış bir takım başlangıç kitapları vardır örneğin "Desen Öğrenme klavuzu" ya da " Pentüre başlangıç klavuzu", biraz merak etmek hiç fena olmayacaktır!

Ömer Uluç

"Her şey onun sanatçı yaratıcılığının bir unsuru olabilmiştir. Sanatçının özellikle son dönem çalışmaları olan “Sağ el Sol el desenleri”, (Ömer Uluç, 2009) kemoterapi seansları sırasında hem sağ hem de o güne kadar hiç kullanmadığı sol eliyle çizdiği desenlerinden oluşur. İki ay boyunca tam 680 sayfayı dolduran desenler, yatakta yatarken imkânsız gibi görünen koşullarda iki elini de parlak zihninin hizmetine bırakmasıyla mümkün olmuştur. Ömer Uluç’un kocaman sorular sormaya gerek kalmadan hayata, onu pek de iyi çözen ifşa eden küçük detaylar, anlık durumlar, kısa sözler varolur bu desenlerde."  / Anlamadıysanız tekrar okuyun Elif Dastarlı'nın söyledikleri!



Ne yazık paranın"Sünami" misali sürüklediği, sayısız koleksiyon'lar Yabancı mimarlara büyük paralarla yaptırılan anıt müzelere dönüşürken, acaba bu "expantion"a paralel bir Türk Sanatı var mı? Amacın etrafında dolaşmadan, bugünlerde virüs nedeniyle Internet' de işlev yapan Müzayedecileri (eski bakkallar, tömbekciler, antikacılar, şüpheli bankerler vs.) para kazanmak amaçıyla sanatı "démystifier" edenleri ortadan kaldırmaktır. Binlerce ressamın yaşadığı Paris'de örneğin Hotel Drouot' da belki ölen bir ressamın varislerinin satmak istediği tuvaller dışında otomatik olarak hiç bir müzayede yoktur. Bir sanat evi "Art Crucial", yılda bir kez kendi koleksiyonunda bir kaç eseri satışa sunar. Yine bize dönersek: her ay onlarca müzayede evinin lüks kataloglar bastırıp, kapağına "İşte Bir Baş Eser" diye anons yapan çok garip bir ülkeyiz;
Dikkat müzelerinizin "albenisi ve ciddiyeti tehlikede"

























Yorumlar

  1. 60 dönemi türk resmi üzerindeki bu tesbitler çok öğretici.Çok teşekkürler.

    YanıtlaSil
  2. Ne değerli bilgiler. Corona'nın izdüşümlerini de içeren çağrışımlar. Son derece zihin açıcı değinmeler. Sağolun Utku Varlık.

    YanıtlaSil
  3. Katılıyorum. Yazdıkların tamamen doğru. Herkes büyük paranın peşinde...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Katılıyorum. Yazdıkların tamamen doğru. Herkes büyük paranın peşinde... Şahin Yenişehirlioğlu

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM