CAMERA OBSCURA: NAZIM'I RAHAT BIRAKIN!

 



Gün geçmiyor basında bir haber: Nazım’ın yaşantısı sinemada! Neymiş: “biographique” bir senaryo;  şairin bir dönemi;, hapis, kaçış, Moskova vs. Her ne kadar sinemaya özgü tüm fragmentlerin albenisi bir filmin yapımı için önem taşısa da, işin ne kadar güç olduğunun farkında değiller.  görsel olarak 50 yılları ötesine gidiyoruz; işte o Türkiye, yalnız o yılların bir kırıntısını yaşayan çok iyi bilir - örneğin ben - ki o mekanları artık stüdyoda bile kuramazsınız, kişileri benzetme, giydirme, kuşatma, konuşturma; dünyanın en güçlü sinemalarının bile beceremediği  güçlükler; bir kişiliği yaşadığı dönemiyle anlatmak! Bu konuda o kadar kötü örnekler var ki, belki vazgeçmek en iyi yöntem! Örneğin şimdiye kadar yapıllanlara da baksalar yine vazgeçmek içim bir neden olabilir; yürekler acısı Fikret Mualla filmi: “Renklerde Kaybolan Hayat”, komikten öte, bırakın Fikret Mualla’yı, en çok şaşırdığım Neyzen Tevfik’i Bedri Baykam oynuyor; Kutsi Ergüner’e bir peruk yeterdi; hiç olmaz sa ney’in nasıl tutulacağını biliyor. Sürekli olarak yalnız Hıfzı Topuz'dan kaynaklanan bu bilgi çoğu kez yetersiz, genelde yaşanmışlıkların dramatik dozu abartılmış!





Tarihi filmleri çok iyi beceren İngiliz sinemasının gücü, sırtını dayadığı tiyatrosunun güçlü oyuncularıyla zenginleşir. Öbür yandan tarihi mekanların kılına bile dokunulmamış doğal dekor ; şatolar, parklar. Hemen aklıma harika bir film geliyor:


Jean Campion'nun "Brighy Star" filmi. Ünlü İngiliz şairi John Keats'ın kısa yaşamını içeren . "Bright Star, would yere Steadfast / Asthou art. İşte bir şaire yapılabilecek en güzel "hommage"; Ben Whishaw gibi bir oyuncunuz var mı?

Nazım’ı sinemaya aktarmak isterken yine sinemanın bir türlü beceremediği "bir insanı anlatma istekleri" konusunda kötü örnekler, bir kitap yazılır üstüne; aklıma yine birden Stefan Zweig’in yaşantısının son bölümünü içeren “Adieu Europe” filmi geliyor; eşiyle Nazi’ler kaçarak Güney Amerika’ya sığınan Zweig’in bu dramatik sonu, olanaksızlık nedeniyle “başarısız”bir film olmuştur, çünkü Yönetmen Maria Schrader, Zweig’ın hayal kırıklığını; onun hayalindeki peyzajla gerçeği senkronize edememiştir. Bu arada Neruda'yı unutmayalım. Giderek beni hayal kırıklığına uğratan asıl sinema: dünya edebiyatının en ölümsüz yapıtlarının genellikle çoğu, ya kötü yönetmenler ya da ticari kaygılar nedeniyle başarısız olmuştur; örneğin “Madame Bovary”, bilinmez, nedense bazı şeyleri algılamak nasıl bu kadar güç oluyor. “Dokunulmazlık” sözcüğünün bu konularda uluslararası bir işleve girmesi gerekiyor.


Başlangıçta sanata ve duyguya dönük “sinergyi’si, gerçekçi dünya görüşü bu yaşadığı toplumla çeliştiğinde, ülkemizin bir kaderi olan “ceza sömürgesi”de gadre uğradı. Bu “lanetli” bir şairi yazıyla, imajla, medyatik yollarla tekrar ele almak, ufuk çizgisinin çok ötesindeki 50 yılları ve öncesindeki Türkiye’nin yalnızlığında saklanmıştır! Nasıl o örneğin Ahmet Arif’in şiirindeki sürgün, bu yalnızlık anlatılamaz sa;  İnsana dair her şey: Nazım’ın “İnsan Manzaraları”nda “hommage” yaptığı o insanın gölgesi “ Akrep Gibisin Kardeşim” deki insan da anlatılamaz sinemada. Onu hapishanelerde süründüren dönem, bizi gözümüz gibi sakladığımız çocukluğumuzun yani Cumhuriyetin ilk yılları; Nazım'ın düşmanları yalnız bir Maraşal ve onun çevresindeki karanlık adamlar, akrepler, faşistler değil hiç bir iletişim olmadığı, sansürün yönettiği zavallı bir dönem. Kimin aklından gelirdi: Zekeriya Sertel'in Tan Gazetesine saldıran bir faşist üniversitelinin, gazetenin baskı makinelerine - rotatiflere - kum döküp çalıştırdıklarını, işte o Türkiye!


 Bugün düşünsem ilk yıllarda geldiğimiz Paris’le 1950 yılları Paris’i; Woody Allen “2011” de “Paris’de Geceyarısı” filmini çevirirken  karşılaştığı güçlerin en önemlisinin 30 yılları mekanlarında çok güçlük çektiğini söylüyordu; bir de Nazım’ın yaşadığı dönemlerin Türkiye’sini düşünün, kentleri, kasabaları, köyleri ve tüm doğayı ters-yüz eden mega camiler, beton kentleşme adına yapılan "tarumar"ı; mekanın ruhunun belki en incildiği yerdir Türkiye!

Son günlerde yaptığımız "polemik": Kaya Tanış'ın "Orası Burası Değil" kitabıyla Hayalet Oğuz'u, Sibel Oral da "Beni Duyuyor musun Mehmet" kitabıyla Mehmet Nazım'ı tanımadan, bilmeden, kulaktan dolma ve de kendi varoluşlarıyla zıt dönemleri kitaplaştırma arzularında benim hayallerimin boyasını kazıdılar, inanın bu bir gerçek! Sibel Oral için yazdığım yazıda, Gündüz Vassaf adına unuttuğum, bir gönderi ve de  yine Nazım'a dokunan "haddini bilememezlik":


Gündüz Vassaf'tan rica ediyorum: neyi doğrulamak ya da kendini birisine çok yakın olduğunu mu kanıtlamak,  ya da bir "gizemi" silkelemek mi istiyorsun? Şu kitabın kurgusunda çocuklara Nazım öğretisiyle mi görevlendirildin? Kendi ismini Nazım'la eşleştirmek mi, bir fırsat daha bulup tekrar basında kendinden söz ettirmek mi? Çocukların dünyasına bir kitabı resimleyerek girmek çok güç; kitap "illüstrasyon"ları konusunda biraz araştırırsan resmin başka bir kapısına çıkarsın, ya da biraz meraklıysan Blog'umda "kitap kapaklarının albenisi" yazımı okuyup, bir kitap başka bir "sorumluluktur diyerek Nazım'la uğraşmayı bırakırdın! 


















Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM