SİS VE IŞIK ARASINDA UTKU VARLIK'LA ŞEHİRLER, DÜŞLER VE AKADEMİ 2
Sis ve Işık Arasında: Utku Varlık’la Şehirler, Düşler ve Akademi (II.
Bölüm)
Söyleşi : Aslı Bora
Sanat, hakikatin sınırlarını bulanıklaştırırken, aynı zamanda ona yeni bir biçim kazandıran, düş ile
gerçek arasındaki sınırları aşmayı başarabilen bir sihir. Utku Varlık’ın dünyasında bu sihir,
zamansız imgelerle, bellek tortularıyla, varoluşun katmanlarıyla birbirine geçiyor. Söyleşimizin ilk
bölümünde, sanat ontolojisine, İstanbul ve Paris’in dokusuna, bireysel üretimin mecburi özgünlüğe
ve entelektüel birikimin dönüşümüne ilişkin bir haritada ilerlemiştik.
Şimdi, bu yolculuğun ikinci durağında küratörlük pratiğinin bir sanatçının özgürlüğü üzerindeki
izdüşümlerini, çağdaş sanat ve koleksiyon kültürünün değişen kodlarını tartışıyoruz. Sanatın
yalnızca bir estetik üretim değil, aynı zamanda bir ideolojik aygıt ve varoluş biçimi olduğu
gerçeğiyle yüzleşirken, bir sanatçının geçmiş ve bugün arasındaki çizgiyi nasıl inşa ettiğini, belleğin
sanatta nasıl yankılandığını, yaratıcı süreci etkileyen durumlara odaklanıyoruz. Utku Varlık’ın
tanıklığıyla yankılanan sesler bizi sisli fakat aydınlık bir yöne doğru çağırıyor.
A.B - Paris büyük savaşlar öncesinde dünyanın sanat merkezi. Savaş sonrası belirgin
biçimde bu ayrıcalığını yitirse de sanat bağlamında özel konumunu koruyor. Bir
anlamda kültürel açıdan kendi mitlerini yaratan bir şehir. Paris’i kültürel ortam
açısından hala bu kadar cezbedici bulmak mümkün mü?
U.V - Paris’de yaşamış da sergi yapmamış çok ressama rastladım, Paris’de yaşamak, çalışmak,
entelektüel ortamının, etkinliklerinin içinde olmak, bugün bile dünyada herkesin düşlediği
bir olgu. Nice önemli ressam Paris’de ömrünü tüketti ama burada tanınmadı. Yalnız
ressamlar değil yazarlar, mimarlar, ne bileyim düşünürler! Önemli olan bir ülkenin, bir
kentin albenisi, sizi çağıran sibyllin’lerin olabilmesi, sanat ne kadar evrensel ise, hiçbir
önyargı, sansür, yasak koymadan onu uygulayabilir olmak!
Dış etkiler bu meyanda önemli. Göç; özellikle Fransa’nın Akdeniz’deki karşı kıyısı, eski koloniler,
daha gerçek sorunlarıyla onlar da Fransa’yı işgal etmişlerdi. Beraberlerindeki getirdikleri her şey
ne yazık toplumların birbirine kaynamasını engelliyor. Dışarıdan bakanlar için daha az fark edilse
de ülkenin kişiliği giderek yok oluyor. Kültürel bir sığlaşma söz konusu.
A.B - İstanbul’dan Paris’e çok genç bir yaşta gittiniz. Her iki şehrin ruhu çalışmalarınıza
nasıl yansıdı?
U.V - 28 yaşındaydım İstanbul’un kapısını kapadığımda, bilinçli olarak kararlıydım demek doğru
olur. iki yıl askerlik sonrası, mekan ve kabuk değiştirme gerektiğini hissediyordum. Bir
açıdan “kültürel bir metafor yağmuru” gerekiyordu. İşte yine bir kez daha “Erlauf –
Kafamdaki Nehir” …1969 da askerlik dönüşü, Akademi’nin giriş kapısında Bedri Rahmi
beni görünce:”..Reis neredesin seni arıyoruz; Avrupa bursu sınavı var!” Buna ne diyebiliriz?
Bertolt Brecht’in oyunu misali: “ Sezua’nın iyi insanı”
Ne yazık bütün albenisi dışında Akademi Resim Bölümü “kendi klasik kısır döngüsü” içinde
pentürün evrensel varoluşunun farkında olamamakta ısrar etti. Atölye hocaları 1930’ larda nerede
kalmışlarsa, varoluşlarına başka bir katkıda bulunmamışlardı. Bedri Rahmi’yi bu resmin dışında
tutmak gerektiğinin altını çizeyim.
A.B - Akademi’de söz ettiğiniz “kısır döngü”yü biraz derinleştirelim istiyorum. Sanat tarihi
bağlamında bu çeşitli vesilelerle gündeme getirilmiş bir konu ancak sizin gerçek kişi
olarak yaşanmışlığınız ve tanıklığınız var…
André Lhote
U.V - Şöyle ki Akademi hocaları, Paris’teki André Lhote atölyesinde ne öğrenmişlerse resimde bunun
dışına çıkmıyorlardı Dahası bu tekniği öğrencilerine “empoze” ediyorlardı. Bu konuda birçok isim
sayabiliriz, Nurullah Berk bu hocalardan biridir. Cemal Tollu, uzun süre resim bölümü başkanlığı
yaptı. Başkanlığı süresince aralıklarla yapılan resim yarışmaları için önerdiği konular İstiklal
Savaşı, hamam, balıkçılar, manav gibi Akademi’nin kuruluşundan itibaren süregelen içeriklerdi.
Tollu’nun kendisi de Çallı’nın yörüngesinde kalarak, onu teknik ve içerik olarak sonuna kadar
sürdürdü!
Zeki Faik, soyutlama yaparak onlardan biraz uzaktı fakat neticede aynı tas aynı hamam! Bu sürede
hiç bir şekilde Avrupa Resmi, resim tekniği, büyük ustalar örnek vermek gerekirse Vermeer’in adını
duymadım.
1963 Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi, Topkapı Sarayının restorasyon'nu izleme.Atölyesine girdiğimin birinci yılında Bedri Rahmi, Pulitzer Bursu’yla Amerika’ya gitti ve bir yıl
sonra oradan tamamen bambaşka bir bakış açısıyla geri döndü. Amerika’da aradığı ressamı
bulmuştu: Mark Rothko! Böylece giderek çınarları, Anadolu’yu genel hareket alanlarını terk etti ve
sadece “Renk” konusunda ısrar etti. İşte bu nedenle ben hep “…Bedri Rahmi’den resmi değil,
ressamlığı öğrendim” derim!
Her şeye rağmen meraklı insanlar ülkesidir Türkiye, hiçbir dönemde tam aradığımızı bulamadık
ancak kendi merak akıntılarımız bize sanatı sürdürebilmemizin yollarını gösterdi. Sonuçta kendimi
Paris’te bulduğumun İkinci yılında yine ülke kararmaya başlamıştı. Burslu öğrenciler olarak
ülkenin politik ve ekonomi çıkmazını fark ediyor ve kaygılanıyorduk.
Paris’e gelmeden İstanbul’da başlayan öğrenci eylemleri, politik huzursuzluk, Avrupa’da Türk
öğrenciler arasında da karşılık buluyordu. Biliyorduk, ülkemizi rahat bırakmayacaklardı! Tam bu
olaylar olurken Paris’te litografi atölyesinde çalışıyordum. İşte o dönemlerde beni çok etkileyen bu
eylemlerdeki kan revan, resmime bir içerik olarak girmişti. Bu eylem’e görsel olarak bir özgün
baskı (afiş, grafik) sanatçısı olarak katılmak isteği doğdu. Hiç şüphesiz ülkem adına politik tavrımı
dışa vurmak amaçlıydı bu tavır. Açıkçası bugün bile “sanatın anlamı” tam olarak anlaşılmış değil,
“sanatın politik bir işlevi olabilir mi?” o da meçhul ya da Goya bugün yaşasaydı “Caprices” lerini ,
düşündeki karabasanları çizebilir miydi? Sonunda bunalmıştım, benim “irreel”bir dünyam var, niçin
kendimi çıkmaz bir anlatıma saptırmışım! İşte özlediğim başka bir boyuta girip, Resim Bir Yaz
Denizi Gibi Olmalıdır dedim!
A.B - Bir sanat izleyicisi ve sanat tarihçi olarak eserleriniz beni hep peşinden sürüklemiştir.
Şimdi sizi bulmuşken, çalışmalarınızı ortaya çıkaran etmenleri sormak istiyorum.
Kendi eserlerinizi genel olarak nasıl tanımlıyorsunuz?
U.V - Yine bir konuşmada yaptığım resmi şöyle tanımlamıştım: Benim resmim şiirin resim halidir.
Şiirin simyasına dayanır. Ne yazık kimse okumuyor. Nasıl bir nehrin sesini duymuyorlarsa
öyle! Benim resmim zamanın öteki kıyısında, bir yaz sonu duygusuyla imgesel alanlarda
dolaşır.
A.B - Sosyal medyayı oldukça aktif kullanıyorsunuz. İletişim açısından sosyal medyayı nasıl
değerlendiriyorsunuz?
U.V - Genç kuşaklara erken yıllarda çektiğimiz tüm sancıları anlatmamız gerektiğine
inanıyorum. İletişim diye bir mefhumun neredeyse olmadığı bir devirden söz
ediyorum. Gazete ve dergilerin kaprislerini, sanat sayfalarında yazılanların öylece
kabullenildiğini, önerilerinize bir yanıt bile verilmediği, zar zor fotoğrafını çekip
gönderdiğiniz bir fotoğrafın ters basıldığını fakat yapacak bir şey olmadığını, hatta
sergi davetiyesi için gönderdiğiniz diyapozitifin postada kaybolduğundaki
çaresizliğin yaşandığı bir devirden bugüne geldik. Evet, Instagram benim galerimdir
ve de sosyal medyada oluşan her yenilik bana gelecek adına moral veriyor. Ey
dünya, 24 saat Patagonya’daki dostunuzla telefonla bir kuruş ödemeden konuşup
sonra İnternet’i eleştiriyorsan, bizim o eski yıllarda yaşadığımız çölden haberin yok!
Instagram ( Story) - ve BlogSpot benim favorilerim.
1971 Paris- Zeid sergisi Galeri Katiia Grenof, kızı Şirin Devrim'leA.B - Son dönemde televizyon ve yazılı basında Şakir Paşa ailesi ciddi bir gündem
oluşturuyor. Şirin Devrim’in yakın dostunuz olduğunu ve Faharelnisa Zeid’in
Akademi’de yaptığı sergi sırasında, öğrenci olduğunuz için süreci yakından izlemeniz
söz konusu. Bize biraz o günlerden söz eder misiniz? Öte yandan bir dönemin bu
kadar yakın tanığı, başrol oyuncularından biri olmak nasıl bir his?
U.V - Ülkemizin kültürel erozyon sürecinde televizyon önemli bir fonksiyona sahip. Bu durum
oldukça trajik bir biçimde devam ediyor. Sakil dekorlar ve kötü makyajla tarihi diziler
çekilirken şimdi yakın tarihe de el atıldı. Kısa bir öykü anlatayım; 60 yıllarında Edip
Cansever’in Fenerbahçe’de küçük bir mekanı ve teknesi vardı ve orada toplanırdık;
dostlarımız arasında “İstanbul’un Fethi “filmini çeken Aydın Arakon’ da vardı, çok gülerdik
ve ona büyük azap çektirirlerdi; Fatih’in kolundaki saat ve de askeriyenin ödünç verdiği 25
damgalı at nedeniyle; unutmayalım bu film 1950’li yıllarının ama aynı “fukaralık” bugün de
sürüyor.
70 yılları Paris çok önemli bir Carrefour'du, eski ve yeni gelenler, bir şenliktiA.B - Hocam arkadaşlarınızı saygıyla anıyor ve o dönemin kendi içindeki sinema dilinde
bunun nispeten kabul edilebilir bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Durumu biraz
romantize ediyor olabilirim tabi. Sizin aktardığınız anı, dönem entelijansiyasının
bakışını öğrenmek açısından çok değerli.
Gelelim Şakir Paşa Ailesi’ne…
U.V - Prenses ve ailesi malumunuz “Deli Saraylılar’ olarak anılıyorlar. Bu büyük aileyi, gerçek
araştırmacı, arşiv, tarihçi, vakanüvis ölçeğinde gün ışığına çıkartmak bizde olanaksız! Nedenine
gelince, özellikle kent tarihine özgü yaşama mekanları kendi authenticité niteliklerini yitirdiler. En
basit örnekle bugün Tepebaşı’na gidin, eski yanan Şehir Tiyatrosu’nun (Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu)
yerinde kişiliksiz bir bina göreceksiniz. Daha niceleri var elbette... İnterieur’e dokunursak daha
beter; yine bir anı: 1967 de temmuz ayı olsa gerek; tüm yazar çizer Asmalı Mescit’ de Refik’te
içerken, Alman Kültür merkezi başkanı Annegger kan ter içinde gelip bize Narmanlı Yurdu’nun
yandığını ve Aliye Berger’in içeride olduğunu söyleyince, koşarak oraya gittik. Narmanlı’ya
vardığımızda itfaiye o kadar su sıkmıştı ki bina bu kez selden yıkılmak üzereydi. Bu kepazelikte
zorla Aliye’nin evine girdiğimizde tüm aile bizden önce Aliye’yi kurtarmaya gelmişti. Hiç şüphesiz,
o vakitler şimdiki teknoloji olsaydı size o fotoğrafı gösterebilmek mümkün olabilirdi. Şimdi sadece
o fotoğrafı anlatabiliyorum: Mum ışıkları içinde nerdeyse bütün aile üyeleri ve Aliye kırmızı kadife
baldaquin yatağın içinde titriyordu. Bugün sadece bu yatağın benzerini bulmak bile oldukça güç.
Günümüzden bakınca o devirde, İstanbul ve Paris’te beraber olduğum bu insanlar başka bir
gezegenden gelmişlerdi demek mübalağa gibi görünebilir. Fakat şu anda onlar gibi bir tavır
bulamadığımız gibi onlar gibi de konuşamıyoruz. Televizyondan kulağıma gelen diyaloglarda
sözcüklerin müzikal vurguları, sesin tonlamaları, Türkçenin kendine has akışı çekip gitmiş yerini
tarifi zor bir sakilliğe bırakmış gibi geliyor bana.
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki geçmiş “cam bir fanus”, adeta dokunsan kırılacak. Necatigil’in
kapağını yaptığım kitabının adını çağrıştırıyor bu durum, Solgun Bir Gül Dokununca. Tam böyle bir
hissiyatla geçmişte nereye yanlış dokunsak sihrini yitiriyor ve yeniden kurgu yapmak için de imkân
yok!
Behçet Necatigil'in SOLGUN BİR GÜL DOKUNUNCA kapak resmiA.B - Bugünün sanat dünyasında sizi en çok düşündüren ya da endişelendiren bir unsur var
mı? Yoksa çağın ruhu bağlamında sanat açısından gerçekleşenleri olağan mı
buluyorsunuz?
U.V - Bugün sanatın algılanışı “Mekanın boşluğunda öylece durduğu varsayılan bir nesne”, ben de
ise “Daha önce yaşanmış bir düşün sanrısı gibi bir şey!” Gerginlik yaratmak adına
söylemiyorum, şu yaşadığımız çağda aktüel olarak yapay zekayı tartışırken insanların
bilimsellikten uzak bir biçimde yaşamakta ısrar etmesine anlam veremediğim gibi
“Kavramsal” koleksiyon yapan birinin halet-i ruhiyesine de anlam veremiyorum. Hiç
çözemiyorum.
Prof. Dr. Mehmet Birkiye şöyle diyor “Herkese sanatçı diyebilirsiniz, bir beis yok; insan beyni
namussuzun tekidir, her şeyi düşünebilir. Çağdaş sanatın şöyle bir durumu var; birçok yapıtı
elinizde bir almanak olmadan, açıklayıcı metin olmadan anlamanız mümkün değil. O sizin
anlamadığınız şeyin üstüne öyle yorumlar yapıyor ki onda bir gerçeklik varmış izlenimine
kapılıyorsunuz. Peki burada sanat eseri o yapılan şey mi? Yoksa küratörün yazdığı yazı mı? Sanki
bana küratörün yazdığı yazı gibi geliyor. Tiyatroyu da böyle bir noktaya itiyorlar; tiyatro bunu
taşıyacak bir şey değil”
Bir labirentteyiz, amacın etrafında dolaşmadan: “ama her çağda “sanat empoze edildi, her çağda
manipüle edildi. Bugün sanat (sözünü ettiğimiz plastik sanatlar) adına evrensel bir apocalypse
yaşanıyor. Sanatı manipüle edenler değişti. Niteliksiz varlık sahipleri, uluslararası lobiler, ünlü
müzeler, dünya borsalarının satış evleri arasındaki ilişki belirleyici oluyor. Bu açıdan en iyi örnek
kereste ticaretinden milyarder olmuş, bugün çağdaş sanatı parmağında oynatan François Pinoult.
Dünya çapında tanınmış Sotheby’s, Christie’s gibi müzayede evleri de onun. Şunu bilmelisiniz:
benim yaşadığım Fransa’da, sanat adına kimse keyfince “at oynatamazdı”, bilgi, diyalog, kavram
önemliydi ve bunlara bakış açısı ile eleştiri de dahil edilirdi. Dışa vuran ne olursa olsun bu
bariyerden süzülürdü. Eski zaman diyeceksiniz, ne yazık bugün kimse Çağdaş Sanata dil uzatamaz,
anında işinden olur.
A.B - Hocam bir resmi görmek için uzun yollar kat ettiğinizi biliyorum. Sanatsal üretimi
geçmişten bugüne aynı heyecanla takip ediyorsunuz. Sanat yaşamınıza ilk
başlangıçtan bu zamana hangi isimleri izlemekten keyif alıyorsunuz?
U.V - Buna fısıltıyla konuşan her şey diyeceğim. Hani kitapçıları dolaşıp baktığın, seni çağıran
kitaplara dokunup, o yıl yayınlanan romanları karıştırdıktan sonra eve dönüp, tekrar bir
“Çehov” alıp okumak misali… İletişimin üst düzeyde olması, özellikle beni boş yere bir şey
aramaktan kurtarıyor. Eskisi gibi müzeleri dolaşmıyorum ama bir “sığlaşma” yaşadığım bir
gerçek. Buna bir bakıma “arınma” da diyebiliriz. İzleme takıntısı kült ne varsa peşini
bırakmıyorum. Şans eseri gördüğüm her şey benim Hayal Bahçemde büyük bir merakla
yeşeriyor. Son günlerde kitaplığıma döndüm, farkına vardım, unuttuğum o kadar çok şey
varmış ki, çaktırmadan utandım! Blog yazmaya başladığımda, bir seri olarak Hayal
Müzelerim başlığıyla sayısız müze ziyaretlerimde gördüğüm resimleri anlatmıştım. Bu
meyanda müze hala yaşıyor; prensibim Şaşırt Beni!
A.B - Yazım sizin yaratıcılığınızın bir başka yönü. Kitaplarınız ve aktif olarak kullandığınız
blog’unuz izleyicilerinizin sizi daha farklı tanımalarının bir boyutu. Tanıdığım Utku
Varlık çok iyi bir okuyucu. Bütün bunlar yazma eylemini tetikleyen unsurlar mıydı?
Yoksa bir ifade biçimi olarak sanatsal yaratımın kaçınılmaz olarak geldiği nokta mı?
U.V - Şu anda benim durumumda dilin geçmiş zamanını unutalım. Bugün zamanın acımasız
akışında resim mi yoksa yazı mı? Eğer her ikisin de sürdürmek istersen neden olmasın bu
iki kapı açık. Fakat şöyle bir durum var atölye gün ışığıyla başar ve onunla biter; yazı ise
nocturne sever ya da çok erken sabahı! Ne yazık ben “kendime kalan” her şeyi
olabildiğince kullanıyorum. Ayrıca şunu unutmamak lazım, yazmak eskisi gibi bir bela
değil. Düşünebiliyor musunuz mum ışığanda ve geçmişin imkansızlıklarında yaşamaya
çalışırken başeserleri yazanların gücünü? Benim için yazmak geç başladı (yine Internet ve
onun gereçlerine bir selam gönderiyorum) ama eski yıllarda yazdığın bir yazı gönderdiğin
bir derginin çekmecesinde yaşlanırdı. Yayımlansa bile birkaç ay sonra zaten içindeki ateş
sönmüş olurdu. Günümüzde resim, yazı yahut aklınıza ne geliyorsa cabale ya da
paradoksal bir düş. Melih Cevdet Anday’ın Ulysse’in ağzından dillendirdiği gibi "SAĞ SALİM
GEÇTİM KENDİMİ"
ASLI BORA
Aslı Bora, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Sanat Tarihi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde Felsefe eğitimi aldı, yüksek lisansını Batı ve Çağdaş Sanat alanında tamamladı. Arkeolojik kazılar, sanat danışmanlığı ve akademik çalışmalar yürüttü.
2010’dan itibaren uluslararası sergilere danışmanlık yaparken, sanat ve seyahat üzerine yazıları yayımlandı. Ocak 2023’ten bu yana Kalyon Kültür’de Sanat Yönetmeni olarak görev yapmakta; seminerler vermeye ve bağımsız küratörlük projeleri üretmeye devam etmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder