RESİM ÖĞRETMENİ

Belleğimde her zaman gezinirim Bolu’da,  40 ve 50 yılları, bu ilginç dönem Türkiye’nin değişim yıllarını içerir, bir tiyatro sahnesi gibi, aktörleriyle gelip gider , bir oda tiyatrosunun mütevazi, anlamlı bir perdelik oyunuydu bu kent; acaba bir yıl önce annemin ölümüyle bu perde kapandı mı bilmiyorum. İşte, yaşadığımız bu dönem nostaljiye dönük sanki bana “mutluluğun resmi gibi gelir, anılar da öyle yaz bulutları gibi bu dekora boyanmıştır, hiç bir yere gitmezler. Küçük bir kentti Bolu; çok okullu aydın bir kent, memurlar, öğretmenler, ormancılar ve de kenti çevreleyen civar köylüler. Cumhuriyet döneminin gerektirdiği özgün yaşama, kılık kıyafet, saygınlık ama burada imgelemek istediğim şimdi yok olan bir yaşayış tarzıydı. Kent te öyle, kendine özgü, bahçelerin içine gömülmüş ahşap evler, okullar, vali konağı, kışla, mahvel, Fırka ( yüksekçe bir park) ve de Belediye, meydanı ve de şehir sineması. Kentin ufuk çizgisi dağlarla sınırlandırılmıştır; kurduğumuz hayaller fazla uzağa gidemezdi, umudumuzu kitaplara bağlamıştık, kaçış noktalarından biri de büyük bir sabırla beklenen İstanbul ve Ankara’dan gelen günlük gazetelerdi. Sabah Belediye Meydanından kalkan Emniyetcilerin iki otobüsü, yönetici İzzet ustanın sıkı yönetimiyle sanki aya yolculuk misali erkenden hazırlanır, giden yolcular bir daha dönmiyeceklermiş korkuları içinde orada beklerler, bir kez yabancı biriyle evlenip galiba Ankara giden genç bir kızın tüm ailesi uğurlamaya gelmişti, ağlıyorlardı arkasından.Bagajların da üstte bağlanması ayrı bir folklordu. Bir otobüs Adapazarına öbürü Ankara direkt. Bolu dağının amansız virajlarıyla zorla varılan Düzce’de otobüs mola verirdi. Şimdi unuttum Adapazarına kaçta varılır ve de tren İstanbul’a kaçta ulaşır? İşte bu otobüslerin dönüşü beklenirdi gazete,dergi, kitap yüklü olarak, kar yağdığı zaman büyük umutsuzluk, nasıl anlatılır! 
Babam Edebiyat öğretmeniydi, kitaplarımız ve kedilerimizle yaşantımız hiç bir zaman bölünmezdi, tatile gidilmezdi; tatil kitap okumak ve resim yapmaktı benim için. Ne güzel; bir desen çizdiğim zaman herkes yüreklendirirdi, “ aman Çallı gibi çiziyor “ diye, Çallı o günlerde Picasso gibi ünlüydü, kanımca belki yaptığı bir Atatürk portresiydi dilden dile dolaşan. Ortaokul’a başladığımda resim öğretmenim Mehmet Yücetürk’den duydum Çallı’nın adını doğru olarak. Resim derslerini nedense hep eğlendirici olarak düşünürler, uzun sürede öyle oldu, ressamın hiç bir ekonomik niteliği olmadığı sürece ki bırakın resim dersini, öteki konular daha da yürekler acısıydı, örneğin ingilizce öğretmeni yoktu, yerine bir ziraat mühendisini getirmişlerdi ve üç hafta “ The “ nasıl söylenir diye uğraşmıştık. Mehmet Yücetürk’ü  önce bir öğretmen olarak anlatayım: onu simgeleyen iki özelliği; önce fizik olarak görkemli bir silüet, ellerinin büyüklüğü dikkatimi çekmişti ilk gördüğümde. Ötekisi de suskunluğuydu. Düzenli taranmış saçları ve kruvaze ceketiyle önce sınıfı etkilese bile resim dersinin içeriği ve olanaklar bizleri başka boyutlara götüremezdi. Hiç bir malzeme söz konusu olmadığına göre ucuz resim defterlerine kalemle desen çizmek, bir taburenin üstüne bir kumaş onun üstüne de bir saksı, çiçek. Öğretmen sırtını döndüğünde ya da on dakika çıktığında yapılan şamata. Tüm okullarda bu böyleydi, resim öğretmenini yüreklendiren hiç bir şey yoktu açıkcası. Çok geç öğrendik Mehmet Yücetürk’ün Güzel Sanatlar Akademisinden olduğunu; Akademide Zeki Kocamemi, Çallı ve Leopold Levi’yle çalıştığını ki, daha sonraki yıllarda liseye resim ve sanat tarihi dersi için atanan Fethi Kayaalp sayesinde, Akademiden tanışıyorlardı. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, bizim yıllarımıza kadar aynı sistemde; ressam yetiştirip, sonuçta yetenekli bir iki öğrenciyi okulda öğretim üyesi olarak bırakıp, ötekilere de diploma vererek savuşturmaktı. Dışta resimle yaşamak olanaksızdı, buna dayanan ressam sayısı çok azdır, Nuri İyem dışında ötekiler Paris’e giderek ressamlıklarını kanıtladılar, geride o macerayı göze almayanların çoğu da Anadolu liselerinde bir iş buldular; resim öğretmeni! 
Mehmet Yücetürk’ün bir ressam olarak portresini çizdiğimde, o suskun gizeminde kendi içinde bir başka ressamı taşıyordu kanımca, o yirmidört saat resmi düşünen, atölyesinde yaşayan ressamı. Evi Bolu’nun dışında Salıbeyler köyündeydi, yaz kış, dört mevsim yürüyerek gelir giderdi. O yıllar bir araç düşünmek olanaksızdı çaresiz. İşte bu uzun yol onun kendinle olan hayal perdesini açtığı, kendine döndüğü an, eski resmin ressamları gibi doğayı izleyip, ona dokunup, hiç olmazsa onu resimlemenin kaçınılmaz isteği, belki Bruegel, ne bileyim belki de Corot. O yıllar Bolu gerçekten dört mevsimi tüm kurallarıyla yaşardı; neler görmüştü bu uzun yolda ressam ama hep içine döktü,gördüğü ışığı anlatacak bir dostu yoktu belki, kimse de görmemiştir mehmet Yücetürk’ü bir kahvede ya da bir muhabbette otururken. Köy onun resmine konu oldu, çok az resmini gördüm ama İş Bankası kolleksiyonundaki “ Harman “ tuvali bunu kanıtlar.Köyde oturup zorla köy resmi yapacak değilsin ama o yıllarda CHP iktidar olarak sanatı ve sanatcıyı ilk cumhuriyet döneminin kaygılarıyla unutulmuş “anadolu”ya yollayıp, “Yurt İçi Gezileri” adına Anadolu’nun bir köşesini resimlemeyi paraca destekliyordu, Devlet Resim Heykel konkurları da sanatı onurlandımanın bir başka açılımıydı.  Konkurlarda heykelcilere konu olarak Atatürk verilirken, ressamlara da “kurtuluş Savaşı” zorunlu kılınıyordu. Sanatı yüreklendirelim derken, içerik olarak sığlaştırmak, hiç bir ekonomik açılmı olmayan o günün sanatcılarına yapılabilecek en büyük işkenceydi. Akademi’de hoca olarak tanıdığım bir sürü ressamın mezarı olmuştur bu baskı. Başkaldırmak mı asla; aç kalırsın. Sonuçta Akademi’de öğrencilik yıllarımda aynı hocaları konkurlarda aynı konuları verdiklerini görünce, hayalin bu denli sığlaşmasını belki yaşadıkları dönemlerin bir saplantı olarak düşünmüştüm. İçinde yaşadığın toplumun şartlarıyla, gerçekleriyle çabalarken belki sanat hayal müzelerini de kuramıyordu. O yıllar Anadolu’nun bir köyündeki öğretmenin gerçeğini Mahmut makal yazdığında kıyamet kopmuştu, uzun yıllar buna başkaldıran, gerçekleri sanatın bir içeriği gibi alanları, düşünceyi sınırlamak, varoluşu yönetimin istediği gibi göstermek; ayrıca ressamın gerçekleriyle kim ilgilenirdi bu karmaşada . Nasıl sanatcı olunur? Müze yok, kitap, roprodüksiyon vs. o da yok, öğrenciye gösterilebilecek hiç bir imge olmadığı gibi malzemede bulunmaz, bu durumda sanat dışlanmıştır ama yine devam ediyoruz diyor “ yönetim “ konu bu kez Anadolu’dur. Folklor ve köy romantizmi; nedense Ankara’lı bir çok ressamın içeriğindedir “ köy “. Çok ilginç; Mehmet Yücetürk köyde yaşayan nadir ressamlardan biridir ama konu değildir onun için köy , yaşamının bir aynasıdır , o yılların taşra manzarası bir yanlızlıktır, dinginliğinin ötesindeki unutulmuşluk.  
Mehmet Yücetürk bir gün suskunluğunu bozdu; 1960 yıllarıydı. Bolu’da bazı kültür etkinlikleri yapıyorduk; tiyatro, bir gazetede de edebiyat sayfası gibi. İşte bu gazete İlyas Kocatürk’ün yani kardeşinin, bıkmadan usanmadan, tüm zorluklara dayanarak çıkarttığı “ Dost Adam “ gazetesiydi. İlk  kez bir seri hocası Çallı üstüne kimseye anlatmadıklarını yazdı; Çallı’nın hocalığı, örneğin ona paletin nasıl tutulacağını, fırçaların da sonra palete boyalar nasıl, hanki sırada sıkılacak: soğuk renklerden sıcak renkler doğru vs. 

Bilmiyorum ama ben Yücetürk’ün suskunlunu seviyordum, onun yaptığı ama görmediğimiz resimlerinin bir gün onun adına konuşucaklarını düşünerek.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA