ŞEYTAN TIRNAĞI

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Geçen ay İzmir'e St. Joseph okulunun sanat şenliği davetine gitmiştim, okulun her yıl düzenlediği, öğrencileri sanata bağışıklık kazandıracak yarışmalar, sergiler ve de söyleşileri içeriyordu. İstanbul'dan Eleştirmen Kaya Özsezgin ve resim öğretmeni Gülin Altuner ve İzmir'li sanatçılardan oluşan jüri olarak yarışmaya katılan öğrencilerin çalıştığı A3 boyutunda akrilikle yapılan resimleri değerlendirirken kendiliğinden 50 yıllarına kaydı aklım. Geçen blog yazılarımdan birinde "Resim Öğretmeni" başlığında, resim öğretmenim Mehmet Yücetürk'ü anlatmıştım. Akdemi'den sonra yaşamak için resim öğretmeni olan ve de Anadolu'nun ıssızlığında resmi düşleyen bir ressamın öyküsünü. O yıllarda becerilemeyen, bazı derslerin ikinci planda olması belki olanaksızlık kanımca ilgisizlikti. Amerika'nın dümen suyana girmiş bu yeni Türkiye'de ingilizce öğretmenimiz, bir ziraat mühendisiydi,  tanımlık "the" söylenişine iki ay koymuştu; çok ilginç Fransız'lar da beceremez bunu. Ayrıca sanat tarihi ve resim derslerine verilen önem bir çeşit geçiştirmeydi; öğretmenin iyi niyeti de bir tabure üstüne konmuş boş saksı'nın allogorisiyle doğru orantılıydı. Öğrenciye gösterecek bir tek resimle ilgili görsel olmadığı gibi, harp sonrası perişanlık, kalem, boya vs. bulmak zordu. Ülkemizde ilk ve son üretilen kurşun kalem "Nur kalem" le yazarken defteri yırtmaması için çaba sarfederdik.
Babam edebiyat öğretmeniydi. İzlediğim kadar; o yıllardaki yalnızlık 100 yılın ötesinde bir yalnızlıktı; kendi halinde yazdığı şiirden, kendi parasıyla çıkarttığı edebiyat dergilerinden öte Halk Evleri uğraşısı ve de cumhuriyet bayramlarındaki ateşli konuşmasıyla ünlüydü; her pahasına bu "cumhuriyeti" savunmak bu kuşağın boynunu borcuydu.


Muzaffer Şadi Varlık

50 yıllarına doğru, Cumhuriyetle başlayan devrimler; Halk Evleri, Köy Enstütüleri, Devletci Ekonomik Sistem tavsamaya yol alırken, bunların kapanmasını düşlüyen çevreler de daha sonra çokca kullanacakları "komünism" etiketlerini dağıtmaya başlamışlardı. Onlar farkındaydı, Atatürk'ün ölümüyle başka akıntılara kapılabilirdi bu ülke. Babam 1951 de öldüğünde, Amerika'nın sahneye koyduğu; dine dönüşü hedef alan Demokrat Parti yönetime geçmişti, minarelerden arapca haykırıyorlardı, Cumhuriyete özgü ne varsa kısa bir sürede yerle bir oldu. Bir kuşak olarak izlediğimiz bu ikilemde, "din'nin politikaya alet edilmesi", bir "radyosyon" gibi  kimliğimize yapışmasını, yarım asır sonra bunun ne boyutlar alacağını, yani bugünü, 2015 yılını, 100 kişiye bir cami düşeceğini kimse düşünde bile göremezdi. Sürekli bir aykırılık yaşıyoruz ama giderek bu bizim kaderimiz olduğunu düşünüyorum. Bir "paradox" ülkesidir Türkiye; her zaman başlanan iyi niyetli projeler; sanatı destekleme, "Tercüme Bürosu", "Milli Eğitim Yayınları", "Devlet Resim Heykel Yarışmaları", "Ressamların Yurtiçi Gezileri"; sonuçta hep hayal kırıklığıyla bitmiştir. Kimse kimsenin farkında olmadığı yıllarda, Akademi'de estetik hocamız Ahmet Kutsi Tecer'in şiiri gibi; "Orda bir köy var, uzakta". 1939 yılında Halk Evleri kapsamında "Ressamların Yurt Gezileri", Anadolu'ya gitmek, sanatı biraz olsa oraya götürmek projesi gerçekleşti. 48 ressam 1939-1944 yılları arasında 300 lira yol masrafı alarak o uzaktaki köylere gittiler. Gerçeğe bir yolculuk yaptıklarını farkında değillerdi, hep boyanmış, idealize edilmiş bir anadolu forkloru; Turgut Zaim'in tabloları gibi, badem gözlü köy kızları, tüyleri taranmış keçiler ve de dekorda mutlu bir yaz umuyorlardı belki ama gerçek öyle değildi.
Turgut Zaim

Nedendir bilinmez; Anadolu'nun gerçeğini sürekli yadsıdık. Eğer oraya gidilecekse ya mecburen "memur, asker", ya da  politik sürgün olarak. Partinin 1939 yılında yem olarak 300 lira verip, "mektepden Memlekete Dönüş" gibi bir "ütobia", bir kaç yıl içinde foya verdi. Bırakın resim yapmayı, içine düştükleri cehendemden nasıl sağ çıktıklarına şaştılar. Bu konuda çok az belge var ve açıkca bir sansür uygulandığı, yaşananları saptırdıkları bir gerçek. Bir tek Candan Keskin'nin bir tez araştırması belki bu konuda tek belge.
Yurt gezileri de söylem düzeyinde halk ile yeni rejim arasındaki uçurumu kapatmak gibi bir amaç edinse de, Anadolu’ya giden sanatçıların bu uçurumu kapatabildikleri tartışmalıdır. Örneğin Avni Arbaş’ın Siirt ve Cemal Bingöl’ün Bingöl izlenimleri dikkat çekicidir. Daha önce büyük şehirlerde bulunmuş ressamlar, buralarda karşılaştıkları yoksulluk ve kötü koşullar karşısında adeta şaşkına döner. Mektuplarında her ikisi de bölgedeki yoksunluğu açıkça yazmış olsa da, aynı zamanda halk ile aralarında aşılmaz bir yabancılık duvarı olduğunu da hissettirirler. Daha çok Kürt-Arap nüfusun yaşadığı şehirlerdeki bu yabancılığın adı net bir şekilde konmaz, anıları okuyan okuyucu bunu sessiz bir biçimde hisseder. Ayrıca ressamların bölge insanlarına bakışları da dışarıdan ve ötekileştiricidir. 
Ali Çelebi

Örneğin yazdığı mektuplar İstanbul’a hiçbir zaman “ulaşmayan” Avni Arbaş, Siirt’teki temizlik koşullarından yakındıktan sonra “Birgün bir kahvehaneye gittim. İskemle filan yok tabii. Kahvecinin oğluydu galiba, bir çocuk kahvehanenin tek hasır koltuğuna oturmuştu. Ben de ‘Kalk oradan’ diye kızdım. ‘Niye’ diye sordu. ‘Ben oturacağım’ dedim. Mektup yazmam lazımdı. Çocuk kalktı. Baktım köşede bir adam elbiselerini çıkarıyor. Sordum ‘Ne yapıyor’ diye. ‘Temizleniyor’ dediler. Sonradan anladım ki bu bit temizliğiydi. Neyse bu bitler benihiç sevmediler ve o koşullarda bitlenmeden Siirt’ten ayrılabildim” demektedir. Avni Arbaş, mektuplarının kaybolduğunu veya sansüre uğradığını söyler. İzlenimlerinde anlattığı şu satırlar belki de yazdığı mektupların neden ‘kayboluverdiğine’ bir işarettir: “Siirt’teyken resim yapmak için köylere gitmek istedim. Vasıta yoktu. Valiye gittim. Vali yazar Haluk Nihat Bey’di [Haluk Nihat Pepeyiolsa gerek].. Jandarmalarla birlikte at sırtında köy gezisine çıktım.. Ama halk jandarmadan çekiniyordu. Uzaktan köye yaklaşıyoruz. İnsanlar görünüyor. Ama onlar bizi görünce bakıyoruz kimse kalmamış. Köye gidince jandarmalar muhtarı buluyor. Ben anlatıyorum: Ben ressamım, resim yapmaya geldim. Ressam diye bir şey bilmiyor tabii. Mühendis sanıyorlar beni. İlk istedikleri okul oluyor. Köylü tedirgindi. O durumda nasıl resim yaparsınız? Zor oldu. Bu gerçekleri yansıtabilmek çok zordu.”


Fakat resimlerin çoğunluğunun insansız manzaralardan oluşması, geri kalan köy yaşantılarının ise gerçeklikten uzak, idealize edilmiş köylü figürleri olması düşündürücüdür. Örneğin bu süreçte üretilen resimlerden biri olan Şeref Akdik’in epik anlatımlı Köylü Kızı tablosu veya Eşref Üren’in yüzleri birbirine benzeyen kadınların uyum içinde tarlada çalıştığı Bulgur Yıkayan Kadınlartablosu, yoksulluğun yer almadığı bir ortamda, “mutlu, neşeli, romantik” köylü imajlarının örnekleridir.


Neşet Günal

Burada başka bir gerçeği açıklamada fayda var: bu beş yıl içinde yapılan resimlerden geriye çok az resim kalmış, kimse bilmiyor ne olduğunu. Eğer "Türk Resim Sanatı" üstüne bir araştırma yapacaksanız; Devlet Müzeleri"nin Enternet Sitelerinin fukaralığına şaşacaksınız. Son yıllarda müzelerden çalınan 300 yakın tuvalin sonuçları açıklanmadı çünkü ellerinde o resimlerin orjinallerine özgü hiç bir görsel yoktu. Yine Anadolu''ya dönersek, daha sonraki yıllarda motoruyla Anadolu'yu gezen, bu gerçeği resimleyen tek ressam kanımca Neşet Günal"dır. O gezilerden çok sonra yaptı bu resimleri, dönemler değişiyor ama gerçek aynı.




























Yorumlar

  1. Sayin Ustadim Utku,
    Tekrar bizi aci hakikatlerle bas,basa biraktin.
    Tesekkurler.
    Mehmet Tamar.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM