OXYMORE/ OSTANDE

Zober anımsadı; göz alabildiğine uzanan bu kumsalda yürüdüğünde, daha önce Ostand'ın adını nasıl duymuştu? Paris'e Biennal'e yetişmek için çıktığı otostop, ona, olmadık "simgesel" mekanları, görsel sentezleri, açlığı, yorgunluğu öğretirken, kendiliğinden onu ufuk çizgisinin ötesine doğru götürüyordu. Rastgele, şansına; onu arabasına alanların dümen suyunda kuzey Avrupa'da yol alıyordu ve bu coğrafya ona yabancı değildi; sanki o kültürde yoğrulmuştu, öncelikle resim, edebiyat, sinema; aklına ne gelirse! Bir süredir onu etkileyen yazar Knut Hamsun'du, aylaklığın ve gizli yalnızlığın yazarı, nedense kuzey onu  bir başka türlü çekiyordu. Yeni yetme yaşlarında John Stenbeck'le başlayan hayal gezilerilerinde önce Salinas, Kaliforniya'ya gitmişti. Çocukluğunun sıcak, dingin öğle sonraları, açık pencereden, bahçedeki sessizce olgunlaşan Burnukızıl eriklerine kayardı gözü, elindeki kitap düştüğünde, kendini nedense hep Monterey'de bulurdu; Yukarı Mahallede, otların bürüdüğü bakımsız bahçenin ucundaki ahşap bir evin terasında! Nasıl olurda sanrı bu kadar kaypak olur, kanımca sinemanın da parmağı var bunda; izlediğim her filmin, tüm mekanları, peysage'lar, sanki orada yaşamışşım gibi belleğime kazınmıştır. Far west Amerika'da gezinirim düşlerimde; her tepenin, vadinin, "color by technicolor" renklerin, sinemaskop penceresinden bakardım. Evet yine yaz aylarını düşündüm; abim Mutlu'da İngiliz polis romanları yazarı Edgar Wallace hayranıydı. Karşı sedirde, ben Stenbeck'le  güneşli Salinas'da dolaşırken, o da Londra'nın sisli, gizemli, karanlık sokaklarında, 13 no.lu odada işlenen cinayetin katilini arardı! Belki bu nedenle bir süre sonra üniversiteyi bırakıp Londra'ya gitti.

Heery Gruyaert - Ostande
Evet, bir süredir yürüdüğü bu göz alabildiğine uzanan boşluk Ostande'dın plajıydı ve temmuz ayında serin ve rüzgarlı, gök açık mavi ve seyrek bulutlu. Beni arabasına alan Belçikalı genç üniversite öğrencisi, kentin deniz kıyısından geçtiğinde, nedense inmek istedim, bu devasa boşluk ve iyot kokusu beni çağırmıştı, inerken belki Biennali göreceğini söyledi, ismimi yazdı defterine, bana başarı diledi. Yürüyorum plajda, güzel boyanmış kabinler o kadar düzenli ve titizce yerleştirilmişti  ki durdum, bir süre izledim. Herkes kendi bahçesi gibi, kiraladıkları kabinlerin önünde büyük hasır  koltuklarda denize ve rüzgara dönmüşlerdi sırtlarını, bazıları piknik  yapıyordu, açlığımı unutmuştum; rüzgarın savurduğu ince kumlar yüzümü kamçılıyordu, niçin onları rahatsız etmiyordu anlamadım. Galiba açlığa alışmıştım, bana bir etki yapmadı içtikleri biralar. Münih'de kazandığım 50 mark'ı Brüksel'e saklıyordum; bir "uyku tulumu" gerekliydi, yaz'ın serin ve yağmurlu geçtiği kuzey Avrupa'da geceleri başımı sokacağım bir mekan bulup uyumak  olanaksızdı. Plajdan denizin kentin içine doğru sokulduğu bölümde, marinaya benzer, teknelerin  sığındığı limanda, rasladığım bir "büget"in önündeki musluklarda akan suyu içenleri görünce sonuçta açlığı bastıracağımı düşünerek sıraya girdim, oysa hava o kadar sıcak değildi. Suyu yumurtanın beyazı tadında bir termal suyuydu, plajda ne işi vardı bu suyun anlamdım! Flamanca bir panonun önünde durdum. Suyun tadından mı bilinmez; anlaşılmaz bir yorgunluk, isteksizlik ve yalnızlık çöktü üstüme, tenha bir bank kolladım ve oturdum.
 Roby Zober tekrar kendini sorguladı, cebinden çıkardığı güya adres defteri ama içi, rastgele; adres, yol, isim çiziktirilmiş bir sürü kağıt parçasıyla doluydu; bunları temizce deftere geçirmeye ne güçü ne de vakti olmuştu! Birinci sayfaya yazılmış bir kaç önemli adresden bir tanesini yüksek sesle okudu: James Ensor, Vlaanderenstraat 24 Ostende/ Belçika. Önce Akademi kütüphanesinde bulduğu bir Fransız dergisinde raslamıştı bu ressama; şaşırtıcı, ironique masklar, iskeletler, genellikle figürler hep bir karnavalın bireyleri gibi alaycı ve komik, yaşadığı burjuva ortamını mı eleştiriyor yoksa kendinle alay mı ediyor? Çevrede kimsenin haberi yoktu bu ressamdan; hocasının bile! Bedri Rahmi'nin bir geleneği vardı: atölyesine ilk gelen öğrenciye bir soru sorardı, " ustan kim? " ? Zober'de James Ensor diye yanıtlamıştı ama hoca birden şaşırıp "..kim bu reis? " diye sorunca, "..Belçikalı bir ressam hocam, bir dergide gördüm, kütüphanede, isterseniz göstereyim. Göstermiştim dergiyi, hoca da hiç bir müzede raslamamış oysa Ensor ünlü resmi " İsa'nın Brüksel'e girişini 1888'de yapmıştı! " hiç kimseye benzemiyor, gidip görmek gerekir" dedi hoca! Şans bu ya, yaptığım otostop beni ayağına getirdi Ensor'un


Yine isteksiz kalktım, Ensor'u görmek, sonra da Brüksel'e gitmek için kentin dışına yola çıkmak gerekiyordu; fazla kurcalamadım çünkü yolu düşünmek daha yorucuydu.
Kentin merkezi plaja paralel büyük avenu, "1. Albert Promenade" kentin gezinti yeriydi, Farkında olmadan bulunduğum noktada adresi sorduğumda, binanın önünde durduğumu şaşkınlıkla öğrendim! Harp sonrası Avrupa'nın görünüşünü şimdi anlatmak güç, kentlerin dışa açılımı daha yıllar sonra olacaktı, nasıl anlatabilirim belki bu öğleden sonra ortada dolaşan tek yabancı belki bendim. Müzeyi arıyordum ama önünde durduğum büyük burjuva evinin altındaki butik, Ensor'un ailesinin işlettiği, içinde karnaval giysilerinden masklara, eğlenceye dönük aklınıza gelecek her şeyin satıldığı bir mağaza idi; ve de Ensor'un "merak kabinesi" olmuştu. Bu tür mağzalara "Farce et Attrape" derler fransızlar.

Yıllar sonra mağza yeniden yaratıldı ve turizme açıldı
Bir müze beklerken, içine baktığım mağaza boştu ve kapalıydı, kapını üstünde Ensor'la ilgili bir yazı vardı, yanındaki zili çaldım, ikinci kez çaldığımda kapı açıldı, yaşlı bir adam flamanca bir şey söyliyecekti ama beni görünce vazgeçti, anlamıştı dış görünüşümden, uzak yerlerden geldiğimi, ingilizce: "..hiç bir şey yok evde, mekanı görmek isterseniz çıkın, olan ne var sa Brüksel'e gitti, orada görebilirsiniz! Çıktık, büyük apartman ve bir mezzanin ama öncelikle çok yaşamış bir mekan sanki ölüme soyunmuştu ve de tabloların dışında tüm eşyalar yerlerindeydi, girişten itibaren müzeler için götürülen tüm tabloların izleri, zamanla solmuş duvar bezlerine boyutlarıyla o kadar etkin işlemişti ki sanki bir "puzzle" gibi belleğinizi işleve geçirecek, belgesel zamanın fotoğraflarıyla tekrar yerlerine koyacakmışsınız; yani bir bellek oyununa çağırıyordu.



Dergide gördüğüm ünlü fotoğrafın mekanına girdik, 1937 de çekilmiş bu fotoğrafta, Ensor, "harmonium" çalıyor, büyük bir avize, üstü yığınla kitap, dergi, kağıt vs. dolu bir yatak, bir koltuk, önde bir masa ve kitaplar. Duvarda ünlü tablosu "İsa'nınBrüksel'e girişi", koltuğun üstünde küçük bir tuval, solunda da iki desen.



Bu fotoğrafın çekildiği mekan girdiğimizde, beni şaşırtan: resimlerin dışında tüm objet ve eşya ve harmonium yerli yerindeydi, Ensor bu büyük boyut tuvali dışarıda, daha büyük bir mekanda yapmıştı, sonra odaya koymak büyük bir sorun olmuş, yandaki balkondan zorla sokmuşlar yerleştikten sonra bir iki yerde sergilemek gerektiğinde, yine büyük bir sorun olmuş.



Kim olduğunu çıkaramadığım yaşlı adama, burada biraz kalabilirmiyim diye sorduğumda, saatine baktı, gülerek buyrun dedi; harmanium'un ve malum duvarın karşısındaki bir koltuğa oturdum. Mekanların belleğine inandığım için, belki de yorgunluk, belki de yaşamın içini boşaltmış, bir "HİÇ" "allégorie" si, geriye kalan pişmanlığa özgü  bir mekanı paylaşmak. Yine yıllar sonra aynı sanrıyı, dedemin kapalı evine gittiğimde yaşamıştım. Burada olmam belki bir merak nedeniydi ama beni asıl ilgilendiren sanatçının oluşumuydu, bir "marginalité" nasıl oluşur,? O zaman bilmiyordum Ensor'un Einstein'la dost olduğunu, Emile Verhaeren'le çok yakınlığını, özellikle Mallermé, Baudlaire, Rimbaud'un şiirine uzantısını; müziği çok iyi bildiğini ve işte o Avrupa'nın geleceğini oluşturacak büyük synergie'sinin aktörleriyle beraber olduğunu. Ama bu öğleden sonra kendi mekanında yaşadığım bu "aphorisme", bana daha iyi bakmamı, görmemi; daha doğrusu yaptığımın gerçek bir "narration" olduğunu öğretti.


Yine yorgunluk beni oturduğum koltuktan aşağıya çekiyordu, bir kaç kez korkuyla zıpladım, çevreye baktım, kimse yoktu; ayıp olurdu böyle bir mekana girip uyumak. Belleğimi zorluyarak örneğin bu salonda geçen bir geceyi; Ensor ve davetlileri, yakın dostları. Görünüş olarak çok espirili, yaşamayı seven; belki kadınları, içkiyi , dekor bunu gösteriyor. Kendi auto-portrelerinde, masklarda, iskeletler dahil tüm figürlerde bir alaycılık var, sürekli bir karnavalı yaşıyorlar, bir "insanlık komedyası", sürekli tekrarlanan bir sirktir hayat, oyuncusuna göre değişen. O gece misafirlerine rus müziği çalıyor Ensor, ne olabilir? Belki Tchaikovski'nin bir romance'sı, Şampanyanın etkisi, dostlarına masklarla ilgili öyküler, kostüm kolleksiyonunu ortaya serip, "déguiser" oyunlar, Ensor yeni bitirdiği bir tuvali gösterirken birden yine kendime geldim. Sesin geldiği yöne baktığımda, yaşlı adam elinde bir çay fincanıyla yanımda duruyor; ".... size iyi gelir, birazdan gideceğim; zaten kapalıydı mekan, müzeye dönüşecek ama bilmiyorum ne zaman, nereye gidiyorsunuz? " - Paris'e Biennale, fincanı aldım teşekkür ettim.








 









































Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM