NİYAZİ


Güzel Sanatlar Akademisi’de okumak bir şanstı o yıllar. İhtilal sonrası ılık esen özgürlük, kültür ortamını da hemen etkilemişti; yabancı ülkelerin kültür etkinliklerinin yolu Akademi’den geçiyordu; konserler, sergiler, konkurlar ve de kurduğumuz sinema kulubü, bizi sanatın çekim alanına sokmuştu, kendimizi sanatçı olarak görüyorduk. Unutmayalım bizden önceki kuşakların yaşadığı aynı ortama, aynı hocalara düşmüştük; sonuçta son on yılını yaşadığımız bir “biospher” oldu ve de kimse kopamadı. Bugün bile anılarımızı çakıştığı kutsal bir mekandır Akademi.
Öğrencilerin çoğu anadoludan gelirdi ama o yıllar bugün yaşadığımız parodoks yoktu taşraya özgü. Genellikle Akademi mezunu resim oğretmenleri yönlendirirdi yetenekli gördükleri öğrencilerini, sanata ya da Akademi’ye, yoksa kimin haberi olacak bu okuldan. Nereden gelirse gelsin, kısa bir süre sonra sanat ortamının rahatlığında, sanatçı olmanın kalıplarına uyar, onun kabuğuna girerdi. Ünlü ressamlara özenti, bohem yaşama; kendinini biraz dağıtmak, sanatçı olmanın dışa vuruşuydu; adamına göre de değişirdi.  Öte yandan İstanbul’lu yabancı kolejlerde okumuş, zengin ailelerin bakımlı çocukları, güzel kızları bu kozmapolit ortamın albenisiydi. Sabah atölyede modelden çalıştıktan sonra günün geri kalanı; kantinde ya da Çaycı Ahmet’in çevresinde geçer, kütüphane’ye giden azdır, okulda yapılan sergi açılışları, konserler, sinema, müzik seansları, boğaz kıyısında, rıhtımda ya da okulun karşısındaki topluca gittiğimiz, ucuz şarap içtiğimiz Şükrü ve Niyazi!
Bazen atölyeden topluca çıkılır ve karşıya Niyazi’ye gidilirdi; Taksim’e çıkan yokuşun başındaki ilk sokakta, Çelebi Hamamı Sokak! Yalnız kuru fasulye ve pilav olan bu lokantada şarap, Niyazi’nin oğlu Nuri’ye para verip, yakındaki bakkalda alınırdı. Nuri, Niyazi’nin beş çocuğunun en büyüğüydü; çarpık kafası ve dik bakışının ötesinde o günlerde farkında olmadığımız bir “otizmin” sonucu, kafadan çatlak bir çocuk kimliği yapıştırılmıştı ona. Niyazi’yi ırgalamazdı bu, oğlanın  dikliğini; aniden kafaya inen bir şaplakla yanıtlardı ve farkında olmadan “..it oğlu it “ dediğinde, Nuri yandaki köhne evin bakçesinden, lokantanın bakımsız arka bahçesine kaçardı ve buradan güya ışık alsın diye açılan küçün bir pencereden, Akademi’den gelen kızları gözetler, sürekli otuzbir çekerdi, bazen kendinden geçip kafası pencereye vurduğunda, bunu bilenler, o pis pencerenin çerçevelediği görüntüde cama yapışmış eğri bir kafa ve kırmızı bir surat görürlerdi! Niyazi yaşından önce yaşlı, büyük bir kafa, alnı biraz açık ama dağınık saçlı ve unutulmuş bir sakal, yüzünün en karanlık bölgesi oluyordu. İlk bakışta hemen gözleriyle karşılaşırdınız; sanki yarı uykulu ya da şehvetten hafif süzülmüş bu gözlerle, ocakdaki iki tencerenin arkasında oturup, aralıktan kızların filmini çekerdi. Nuri’nin arka pencerede ne yaptığını görür ama sesini çıkartmazdı; ne de olsa oğlu, o da nasibini alsın. Tanıdığımızdan bu yana, karısı sürekli hamileydi. Belki dünya yüzünde en mutsuz bir kadın diyebilirdiniz, kucağında bebekle Niyazi’ye yardım etmek ister ve de sürekli azarlanırdı; Niyazi istemiyordu yaptığı bu göz banyosunun kendi gerçeği tarafından kesilmesini!
Lokantanın üstündeki harabe katta otururlardı, içinin ne halde olduğunu hiç düşünmek bile istemedim. Gerçekte, o civarda çalışan işçilere sattığı iki üç porsiyon kuru fasulye pilav’la bu ev nasıl dönüyor bilinmez! Biz oraya yalnız şarap içmek için gidiyorduk ama, yine okuldan gelip burada karnını doyuranlar giderek Niyazi’yi kafakola almışlardı; öncelikle Şener Akmen ama yemek yemek için değil, Niyazi’yle ne dümen çevirirdi meçhul! Şener, İzmir’den gelmişti, öncelikle liseyi de Akademi’de okuduğu için bizden daha tecrübeliydi. Annesinin ünlü bir kadın terzisi olduğu söylenirdi ve de başından silkelemek için İstanbul’a göndermiş! Şener’i tanıdıktan sonra belki annesine hak verirsiniz. Zayıf, sarışın; açık mavi gözleri, keski sivri burnu ve Asterix Le Gaulois misali, konuşurken durmadan çekiştirdiği bıyıklarıyla, sanki bu çizgi romanını içinden çıkmıştı. Konuşmazdı, tıslardı; bir bela, hem de; geceleri Beyoğlu’nun en karanlık, hücra yerlerinde daha karanlık adamlarla dostluğu, onu dokunulmaz kılmıştı. Çevresinde ismini 50 yıllarının Bill Haley ve Komet’leri’den almış Komet’leriyle dolaşırdı. Örneğin Çorum’dan gelip bir yılda Akademi’de kabak çiçeği gibi açmış Gürkan Coşkun; bunu daha sonra kendine isim edindi. Şener, Niyazi’yi resim karşılığında kuru fasulye ve filav için doldurmuştu; bunu duyanlar, konkurlarda kazanamadıkları tuvalleri Niyazi’ye getirmeye ve duvarlara asmaya başladılar ama Şener hemen bir jüri kurup, kötü resimleri eledi. Haksız da değildi Şener; yıllar sonra, Niyazi eğer yaşasaydı gerçekten zengin olurdu, duvarlarda asılan bu resimleri yapanların çoğu bugün 500 metre ötede İstanbulModern’de. Şener’in ileri görüşleri bununla bitmiyordu; conceptuel sanat daha ortada yok ken, Akademi konkurlarında olmadık “instalation” ve absürt projeler üretirdi; içinde çöplerin olduğu çöp tenekesini sergilemişti, Eyfel Kulesini pembeye boyamak ya da Galata Kulesine bir ingiliz kaput geçirmek gibi. Yaptığı pentürler de Burhan Uygur, Komet, Mustafa Şener’i vs. etkiledi, ne yazık bu resimler de çöpe atılmıştır kanımca. Şener sanat konusunda da pesimist’ti; bir gün salonda yaptığımız “sanatın geleceği” konusundaki tartışmada sorduğu: “..kol böreği mi yoksa sanat mı? daha sonra çok popüler bir deyim oldu. Bu tartışmanın sonunda “sanatçının varoluşu kavramını da; “YER SE!”  olarak noktalamıştı.
Atölyedeki kız arkadaşlarımızın doğum günleri de Niyazi’de kutlanırdı; bir öğleden sonra rezervasyon’u yapmak gerekiyordu Niyazi’ye. Söylemek gereksiz; baba ve oğul için sanki bir bayram muştusuydu! Her türlü gereken içki ve yiyecek alındıktan sonra kızlardan birinin Grundig teyp aygıtı, taşınabilir; o yıllar ses ve müzikle ilgili tüm çalacaklar ve plak piyasada çok az ve pahalıydı. Teype o yılların en gözde popüler müzikleri kaydedilmiş, içkiyle biraz kaydıktan sonra slow dans da programın içindeydi. Bunu duyan Mimarlık Bölümündeki bazı arkadaşlarımız da katılırlardı, onlar kızlara daha güvence sağlardı; ilerde serseri olmayıp mimar olacakları için! Herkes duygulu; teypten Gilbert Becaud’nun “Nathali” şarkısı bizi “Café Pouckine” ne götürürken, Niyazi şarapla Şener’in verdiği zulayı çekiyor, tencerelerin arasından sarışın İzel’i gözleriyle yiyordu, Nuri ise arka pencerede alı al moru mor!
Niyazi ne kadar Akademi’de popüler oluyorsa da ekonomik yönden değişen bir şey yoktu, istemeden bistro olmak ona fazla bir kazanç getirmiyordu. İçkiye yatırım yapmak belki ona bir kâr sağlayabilirdi ama parayı nereden bulacaktı! Gelen giden, yol gösterenler, tavsiyede bulunanlar;
öncelikle dükkana bir dekorasyonun gerekliliğinin altını çiziyorlardı. Giderek mimariden bir kaç kişi kağıtlara bir şeyle karalamışlardı, Niyazi gururla bunları gösteriyordu; öncelikle kuru fasulye ve pilav’dan çıkmalıydı, gerçek bistronun gerektirdiği kolay yiyecekler, mezeler olacaktı. Bir şarap evi daha da mantıklıydı, birisi de Bozcaada şaraplarının sahibini tanıdığını, belki onun sponsorluk olasallığını da projeye koymuştu!
Yaz aylarına yaklaşıyorduk, Akademi rıhtımında deniz bizi ötelere çağırıyordu, kalkıp biryerlere gitmek, ergüvan ağaçlarıyla konuşmak; örneğin Rumelihisarı. Okulun önünde beklerken karşıdan, biri koşarak geldi: -..çocuklar Niyazi kafayı kaçırdı, herşeyi kırıp döküyor ve “dekorasyon başladı” diye bağırıyor. Hemen gittik, sokak kalabalıktı, meraklıların önüne geçip, sahneyi gördüğümüzde; Niyazi darmadağınık, belli ki kafası iyi, tüm ne var sa lokantanın önüne, sokağa çıkartmış; malum iki tencere, kırık tabaklar, masalar üstüste, vitrin paramparça! Karısı, kucağında bebek ve öteki çocuklarlar eteklerine sarılmış, Nuri ortalarda yok. Niyazi bağırıyor: “DEKORASYON BAŞLADI”
Kürt Necati yatıştırdı Niyazi’yi, tencerler, masalar tekrar içeriye girdi, çevredeki bakkal çakkal olaya el koydu, para topladık ve de bundan sonra kimse dekorasyon’dan söz etmedi!

Yorumlar

  1. Paşam,
    Yazı dilinin büyüsünü tekrar belitrmeliyim. Ressam-yazar oldun benim indimde.Çok etkilendiğim Orhan Duru vari...Biz Yenikapılılar sizin kadar aristokrat değildik.Bu bakamdan bizi küçümsemeyin. Ancak Süleymaniye camiinii karşısında,Ali Baba'da 60 kuruşa kuru,az pilav ve 15 kuruşluk su keyfi sizin Niyazi'nin kurularına 10 basardı.Bir de sizde Fransızca bilen azdı. Oysa Yenikapılılar hocamız Mektebi Sultaniden Topal Sadi,Zangoç Turgut,Ali Poyrazoğlu..Ve Bendeniz ayrıca Beaudelaire'den şiirler okurduk. Ve de Rimbaud'dan. Hele bendeniz Paris dönüşü toplu halde Jean Ferrat ve Jean Claude Pascal ve de Leo Ferre söylemeye başladık.Bilmem anlatabildim mi? O hayatı biz de yaşadık. Üstelik Tango Bıyık meyhanesinde kayalıklar üzerinde.Ve bunlar olmasaydı bendeniz de kendi halinde yazar olamazdım.

    YanıtlaSil
  2. Nasıl da geç keşfettim sizi. Çok etkilendim yayınlarınızdan.
    Merhaba.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM