ZEMHERİ ZÜRAFASI

Annemin sesini duyuyorum; 40 yıllarının sonu olsa gerek "...bu havada zemheri zürafası gibi sokağa çıkılır mı?", ben yine çıkardım, biraz istemiyerek çünkü berbere gitmek gerekiyordu, bence cumhuriyetin son bekaret yıllarıydı, okullarda saç, baş , giyim ve de disiplin. Bilmiyorum o yaşta kimse koşarak gitmez berbere, hem de berber aynı zamanda sünettçiyse, başka anılar da vardır geçmişte! Berber dükkanı belediyenin yan sokağında, Şehir sinemasını karşısındaydı. Kendimi avuttum; ,  sinema afişlerine de bakarım, sonra berber; geçen kez yorumlamasını bitiremediğim, dükkandaki asılı resme tekrar takılmak. Dört resim asılıydı dükkanda, dördünün de konusu değişikti. Yorgun çerçevelerinin, sararmış camlarının içinde başka dünyaların görüntüleriydi, bizimle ilgisi yoktu ama okuduğum kitaplardan, gördüğüm filmlerden bu yaşantılar bana yabancı değildi. O yıllarda duvara resim asmak; "cam altı" resimleri, genellikle "..ah minel aşk ", Hz. Ali'nin at üstünde savaş resimleri ve de "Şahmaran". Genelde "Atatürk portreleri" çoğunlukdaydı. Sünnetci-berber İkizler diye tanınan Hamdi beyin dükkanı başka bir ayrıcalık taşıyordu bu nedenle, Ötekilerden değişikti,  eğer bunlar benim gözümü çelmiş se de bir nedeni vardı şüphesiz, beklerken resimleri yorumlardım vakit geçsin diye. Babamın kütüphanesindeki 1936 baskısı Dante, "İlahi Komedya" nın "cehennem" bölümünün koyu mavi, çamur gibi basılmış resimlerinden; (daha sonra Akademi'de ressamı Gustav Doré'yi iyi tanıyacaktım) o yılların nadir kadın dergisi "Hanımeli"ne kadar, ilgi alanım içindeydi imge.


Chromolithographie
Son kez yorumlamayı- traş'ın çabuk bitirilmesiyle- yarım bıraktığım bu av tablosunu yeniden ele aldım: Bilmiyorum ama bu doğanın albenisi dışında nedense beni içeriğe bağlıyan başka vision vardı, belki o çağa özgü şatolar, sinemanın etkisiyle o aristokrasinin yaşama biçimi gibi ama bu kez kendimi konuya katıyorum; av'dan sonra şatoya dönüyoruz, av bereketli geçmişti bu nedenle dönüşümüz de görkemli olmuştu ve de iyice acıkmıştım, tam şatonun önüne  gelmiştik...! Öykünün kafamda kısa bir montajını  yaparken Hamdi beyin sesiyle uyandım; gelen yaşlı bir beye beni tanıtıyordu: ".. Muzaffer Şadi beyin oğlu, inanmazsınız Çallı gibi resim yapar!"

Chromolithographie

Kendisine sormadım ama Berber Hamdi beyin hayal bahçesinde koşuyordu bu güzel iki kadın. kimse olmadığı zaman berber de katılıyordu onlara. Saçlarına hayrandı biraz, kendisine takılanlara da kısa yanıtlar verirdi: ".. lepiska saçlarına bakın; ne güzel!" gibi.  Ama tenhada  müşteri beklerken, onlar yalnızlığının "öğleden sonrası" düşleriydi, yaz günlerini özlerdi; beraberce kırlara doğru...tam dalmışken kapının çıngırağı onu uyandırırdı; böylesi daha iyiydi, farkında değildi ama "voyeur" dü Hamdi bey.


Choromolithographie
Üçüncü resim Hamdi beyin "moral" tablosuydu kanımca. Fransızca bilmediğim için yazıları anlamıyordum ama konuyu anlamak zor değildi, kredi nedir haberim yoktu, o yıllar, kimin haberi olsun! Harp sonrası kendi yağıyla kavrulan ülkede kim kime borç verecek? Ben daha çok servetini yitirmiş adamın farelerine takılırdım.
Görsele özgü; bir imgeyi basarak çoğaltma, günümüzün ileri tekniklerinden biraz önce örneğin 50 yıllarına kadar daha çok artisanal ve de sanata bağımlı özgün tekniklere dayanırdı. Litogaphie - taş - baskıyla başlayan ve gelişen teknik, "chromolitograpie" den hareketle 4 renk kullanarak yapılan baskı tekniği geliştirildi: "quadrochromie", bizi orjinale daha da yaklaştırdı, afişin ve de roprodüksiyonun yayılmasında çok önemli bir etken oldu. Daha sonra tipo tekniği; fotoğrafın çinko üstüne asitle transferi  de , daha çok gazete ve dergilerin büyük sayıda basılmasında kullanıldı.1952 de Şevket Rado'nun "Resimli Hayat" dergisiyle gelen yeni bir teknik; "Tiftruk"; teknik olarak "çukur baskı" dediğimiz gününün en modern tekniğiyle ilk kez çok renkli bir boyuta girdi ülke. Bundan sonra "Resimli Hayat"ın orta sayfası duvarları süslemeye başladı. herkes duvarlarındaki chromolithographileri çöpe attı ne yazık. Bugün kolleksiyonerlerin çok aradığı bu baskılarda, anlıyanın farkına varabileceği bir renk doymuşluğu, onu öteki baskı tekniklerinden ayırır. Sanki her baskı orjinalmiş gibi bir his. Daha sonra da ofset tekniği bunu noktaladı, günümüze geldik.

Ludwig Hohlwein

Dördüncü resim nereden düşmüşse; o gün için hiç bir şey, zaten kimse bu grafiği o gün değerlendiremezdi. Anlaşılmazlığı kimseyi de yoruma zorlamazdı, kendi halinde o dükkanda yaşayıp, kanımca yok olmuş bu afiş, Hamdi bey'e epey para getiridi bugün. Ünlü graphist Hohlwein bu afişi nasıl olur da bu dükkana, o duvara asılmıştı? Ludwig Hohlwein' nin afişlerini yıllar sonra Münih'de büyük bir retrospektif sergisinde iyice tanıdım; nedense biraz dışlanmıştı, sanatçının künyesinde üçüncü Reich'tın graphiste'i olmasının nedeni büyüktü. En önemli afişlerini de o dönemde yapmıştı, giderek Münih graphique okulu bu propogandanın odak noktası olmuştu. Bence çok büyük bir "concept" ustasıdır.

İhap Hulusi - Afiş

Genellikle ülkemizde o yılların "milli piyango biletlerini" resimleyen graphistin ismi nedense iyi bilinirdi; afişlerinin altındaki imza: İhap Hulusi-İstanbul ve aradaki bu üçken. Evet İhap hulusi 1920 yıllarında Münih'de Ludwig Hohlwein'nin öğrencisi olmuştu. Bence usta-çırak ilişkisinin bu denli yoğun olabileceği; imzaya kadar, içerik, kompozisyon, fotoğraftan hareketle clair-obscur, pochoir dediğimiz, "découpage tekniği, ustaca yapılmış aquarelle deki gölge ve leke, önemli bir dışavurumcu dilin yani afiş sanatının ta kendisi. İhap Hulusi uzun yaşadı; o yıllar Akademi afiş bölümünde ona özenen kimseyi görmedim ve de niçin ilgilenilmedi, doğru dürüst işlerini kapsıyan bir kitap da yok.

İhap Hulusi - Afiş

İhap Hulusi - Afiş

İhap Hulusi - Afiş
Ludwig Hohlwein


İhap Hulusi - Afiş

İhap Hulusi - Klüp Rakısı etiketi


İhap Hulisi - kitap Kapağı
Ludwig Hohlwein


İhap Hulisi - Alfabe
Nedense yaşadığımız o yıllar, bende başka bir duygu alanı, bir bellek çağrışımı oluşturmuştur. örneğin bir imge; özleme dair bir geri dönüş, bir çağrı yapıyorsa; bundaki yaşanmışlık payının gizemini çözmek elbette güç olacaktır. Neyin "albenisini" yapıyoruz? Nedense hep geriye bakmaya başladık, eğer bir alfabe kitabının kapağı; beni, sanki uzak denizlerin kıyılarına, anlatılmaz bir huzura, kendimle bir barışa götürüyorsa; ya bende, ya da bu yaşamaya çalıştığımız ülkede gitmeyen bir şey var. Annem haklıydı galiba: "zemheri zürafası", doğruydu bu benzetme.

















Yorumlar

  1. Paşam müthiş...
    Belki en güzel blogun.. Bana da Haminnem söylerdi Giresun'da söylerdi. Abartılı giyim,kötü giyiniş,kışın çok hafif giysiler...için söylenirdi herhalde?Böyle müthiş deyimler var. Sizler expression mu diyorsunuz? . Yüzünde göz izi var,sana kim baktı yarim.Manda yuva yapmış söğüt dalına..falan.Kenan seni face yazılarnı ayrı bir kitap yayapıl diyor. Yeni kapağıhemen gönderdim. Baskıdan önce ayrıca geçerim. Selam.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA