LEVENT KARATAŞ, UTKU VARLIK'A "İKİ OLUKLU EDEBİYAT" TARİHİNİ SORDU

Levent Karataş: İki oluklu edebiyat tarihi var sanki. Kabul edilmeli ki; birincisi sol tandanslı edebiyatçılarımızın tarihi. İkinci ise muhafazakâr olarak nitelendirebileceğimiz edebiyatçılarımızın tarihi. Pek tabii kendi içlerinde de solun ya da sağın birbiriyle anlaşamayan karakterleri de var. Vardır! Katman katman bir yapıdan söz edilebilinir konu günlük hayatlara gelirse. Meselâ kötü edebiyat terbiyesi almış sivillerin günlük hayhuyuyla, uçakla İzmir’e öğle rakısına giden kentli jönlerin kültürleri de çatışıktır. İki ana oluktan gelen tarihsel karakterlere ilişkin -dönemin, dönemlerin birebir tanığı ve izleyicisi olarak sizin Utku Varlık’ın tarihi z raporu nedir?

Utku Varlık – Sağ ve Sol’un Tanımı / Kısa Bir Geçmiş:

Her şey 1789’daki Fransız Devrimi sırasında başladı: Meclis’te toplanan siyasi liderler bölündü. Kraldan yana olanlar meclis başkanının sağına, karşı olanlar soluna otururlar. İşte böyle başladı bu “paradoks”! İkinci dünya harbi sonrası, savaşın yıkıcı etkisini fırsata çeviren Fransız Komünist Partisi, güçlenerek özellikle sanat alanında bir tavır geliştirmeye başladı. Ünlü yazar ve şair Louis Aragon partinin kültür işlevini yönetiyordu ve Nazım Hikmet o yıllarda Fransa’da çok iyi tanınan bir şairdi. Bu vesileyle Abidin Dino’nun da Aragon’la dostluğu pekişmiş oldu. Dolayısıyla bizim de katılımımızla ünlü eseri “Paysan de Paris” üstüne büyük bir sergi yaptık. İşte 1980 yıllarına kadar Fransa’da sanat Komünist Partisinden sorulurdu. O yıllar sağcı olarak bilinen ünlü hiç bir sanatçının yetiştiğini pek anımsamıyorum! 1981 de Seçimleri sol – Sosyalist Parti kazandı ve François Mitterand Cumhur Başkanı oldu. Başta kaldığı bu 14 yılda sol adına iyi bir şeyler yaptığını söylemek pek mümkün değil. Yalnız Fransa’da milyarder sayısı ikiye katlanırken, halk bir şey kazanmadı. Diyebiliriz ki sağ ve sol bir “meteor”du. 1980’lerden bu yana, Fransa’da sol ve sağ kendilerini ulusal bir “meteorda uzlaşım” şeklinde tanımlıyor gibi görünüyor: Sağ, eşitlikten ziyade özgürlüğü vurgulayacak ve sol ise eşitlikten daha çok özgürlüğe öncelik verecekti. Bu durumda hangi özgürlükten söz edildiği konusunu biraz açmak gerekiyor. Friedrich Nietzsche’ye yol soran birine verdiği yanıt ilginçtir: “yol diye bir şey yok!” Politika bir “köşe kapmaca”! 2022 yılı; günü gününe yaşadığımız bir kaos; savaşlar, açlıklar, göçler, dinlerin yönettiği bir “Apocalypse”,  Covid, nüfusu 9 milyarı aşan gezegenimize doğanın baş kaldırışı. bu bir anarşi, çok büyük bir “sapma” ve bize tekrar gönderilen mesaj: Memonto Mori – Öleceğini Anımsa!

       Aragon'nun ünlü romanı "Paysan de Paris" sergisi: Utku Varlık, Abidin Dino, Aragon,  G. Dino
       

Bu İki Olgunun Anlamı Yine “Hiç” Dir…

Sol ve sağ bence psişik çatışmanın işlevsel veya psikolojik benzeri, duygusal bir durumun fiziksel semptomlarıyla tanımlayabileceğimiz “çok ikilemi olan klinik fenomenleri içeren bir “NEVROZ” dur. Tüm yaşantımda bu iki karşıtlığın dünyayı yönettiğini gözlemledim. Bugün bile toplumlarda karşıtlık oluşturarak yaşantımızı bulandırıyorlar. Ama iyi baktığınızda ortaya çıkan bir “orta oyunu” senaryosu ya da “Karagöz ve Hacivat” diyalogundan öte demode olmuş bir “Hırlaşma”! Günümüzde ekonomik ideolojiler, komünizm ve faşizm için çözüm oluşturur. Bu bağlam, “aşırı sol” ve “aşırı sağ” olarak da adlandırılır. Ülkemiz Amerika’nın dümen suyunda bugünlere gelinceye dek birçok askeri darbe geçirdi. Sığ bir kültür ve bilinç oluştu. Yirmi yılı aşkın islamist bir diktanın kontrolünde kendi varoluşunu da yitirmiş oldu. Cehaletin hükmettiği bir toplumda korkuya dönük bir karşı oluş bile düşünemez olduk. Sol kendi içine saklanan bir tutkuya dönüştü. Sağcı geçinenler de dinin onu uyutarak nasıl yönettiğini, “manipüle” ettiğinin farkına varamadı, çünkü onu analize edebilecek bir kültüre sahip değillerdi. En azından bunu yapabilselerdi 21. Yüzyılın realitesiyle ters düştüklerini belki anlarlardı.

40’lı Yıllara Dönüş

40’lı yıllarda Anadolu’ya sürülmüş ünlü profesörler aç biilaç ısınmak için şehir kütüphanesinin kapısının açılmasını beklerdi. Bunun sebebini anneme sorduğumda, “bunlar saygın ve ünlü üniversite hocaları oğlum, sen anlamazsın niçin burada olduklarını” şeklinde yanıt vermişti. Onlar da, annem de, onları sürenler de, hapishanelerde çürüyenler ve gözaltında küflenenler de bunu anlayamadı! Ya öteki kesim: belki gerçekten olmayan adil bir düzeni korumak adına -sözde sağcı siyasi akımlar – ona bağlılık gösteren bir doktrin güderler. Bu da gelenek veya oldukça tutucu bir ideolojiye sahip siyasi akımların bir karşılığıdır diyebiliriz.



1980 yıllarında Paris’de Zekeria Sertel’i tanımıştık Mehmet Nazım’la. 4 Aralık 1945 deki Tan Matbaası olaylarından sonra eşi Sabiha Sertel’le Türkiye’den kaçmışlardı. Daha sonra Bakü’ye yerleştiler ve Sabiha Sertel orada ölünce, o da Paris’e kızı Yıldız’ın yanına geldi. Yıllar sonra Sertel çifti anılarında dönemin gerçeklerini paylaşacaktı. Görüşler Dergisinde Aziz Nesin de şöyle bir yazı kaleme aldı:

“Ey Türk Faşisti! Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara saldırmaktır. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli, gazeteleri çamurlara serip üzerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel partinin hazinesidir. Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan, bütün polisleri yanı başında bulacaksın. Meydanlarda, kitaplarını yaktığın, namuslu insanlar, bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabi tutulabilir. Emniyet müdürlüğümüzde dövülebilir. Demir Ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları mülkleri zapt edilmiş matbaaları yıkılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş, çoluk çocuğu dağıtılmış, haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere Amerika’dan borç dahi alınabilir. Hatta bu borç alınan paralar ziyafetlerde yenilebilir.

Ey faşist yumurcakları! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi bütün bu yapılanları kafi görmeden, vazifen matbaaları yıkmak, makineleri ısırmak, namuslu vatanperverleri parçalamaktır. Muhtaç olduğun kazma, balta, Halk Partisi”nin ambarlarında mevcuttur.”


Görüldüğü üzere bu kısa “Resume” yalnız bize özgü değil, Amerika da dahil olmak üzere dünyanın tüm ülkelerinde çok geçerli bir taktik olarak karşımızda durur. Uzun yıllar süren komünist karalaması “kara vebadan” bile daha etkin olmuştur. Erdal Öz’ün günlüklerini okurken dikkatimi çeken şu ayrıntıyı da paylaşmak isterim: 70’li yıllarındaki tutuklama için kitapevinden gönderdiği kitapların paketini yaparken kullandığı gazetelerin içerdiği komünist propagandası delil gösteriliyor. Faşizmin dayandığı argümanların komikliğinin bir el kitabıdır yazdıkları!

Nazım Hikmet bir solcu olarak niçin 13 yıl hapishanelerde süründü, Garcia Lorca da Grenada’da kurşuna dizildiğinde ne solcu ne sağcıydı, bir şairdi sadece. Faşist bir diktatöre karşı çıkan, Nazım gibi bir şair! Her ikisi de bir farkındalık yaratmak için, silahı ellerine almadılar, çünkü silahları şiirdi.

İki oluklu bir edebiyat tarihi yok bence. Ülkemizi ele alırsak, örneğin yanlış yapılan bir sol – sağ tanımlanmasında sağa giren şair ve yazarlar yok denecek kadar azdır, önemsizdir ve zayıftır. Onlar “contrarier” alıngan ve üzgün bir kaç şair ve yazardır: İsmet Özel ve Sezai Karakoç vs. Herhangi bir nedenle bir şeye küsmüşlerdir ve bir sınıflama gereksizdir bence. Daha önce ateşi körükleyenler ise her yanıyla şüpheli bir varoluşu ve provkatif uygulamaları temsil eder. Necip Fazıl’ı nasıl olur da iyi bir yazar olarak sınıflandırabiliriz.

60 yıllarında özgürlük adına ılımlı bir iklim yaşanıyordu, Yön dergisinin bildirisini imzalayıp, sonra da İşçi Partisi’ne yazılmıştık. Akademi’de estetik hocamız Ahmet Kutsi Tecer’di. Kendisinin sağcı olduğu söylenirdi ama yaşlı çok sempatik bir bilge kişilikti. Ben de “kızgın sol’u” oynuyordum o günler. Bir derste ona bir soru yönelttim: “Hocam, siz bir şiirinizde: – Orda bir köy var uzakta..- diyorsunuz, yani siz fildişi kulenizden bakıp mı böyle konuşuyorsunuz; niçin o köye gitmiyorsunuz? Beni hiç böyle görmemişti biraz şaşırdı ama hemen durumu kavrayıp bana: “Utku oğlum merak etme, biz gidemedik ama onlar yakında gelecekler!” dedi. Evet, hocam haklıymışsınız. Geldiler, hem de ne gelmek!



   



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA