koku

Bilinmez ; belleğin seçeneği algılarımızda bazı öncelikler tanır .Örneğin kokuya karşı özgün kişiliğim,bana tarifsiz bir yaşama biçimi getirmiştir. Tüm yaşamımda kadınların kullandıkları « ağır » parfümlerle savaştım ki bunun nereden gelğini çok iyi biliyorum; 40 yıllarının yaşamı bir sinema gibi aklımda. Evlerde « misafir » odaları vardı, nedense bu oda sürek-li yaşanmadığı için, koltuklar ve mobilyalar  toza karşı beyaz örtülerle kaplı, pencerelerin ağır perdelerinden yanlışlıkla giren ışığın dokunduğu büfenin üstünde fotoğraflar, değeri tartışılır bir iki vazo, önde de bir kolonya şişesi olurdu. Kolonya genellikle « limon » kolonyası olsa da, zevke göre ağır kokular da sürünülürdü.Benim sorunum anneme gelen misafirlerdi.O yılları popüler kokuları  ;  » le soir de Paris » ,  » chat noir « , « gonca », « bourjois », « baghari » vs. sürünmüş bir sürü kadının sizi öpmek , başınızı okşamak ve de o kokulardan kaçıp, bahçede saklanmak, bu « kabusu » halen yaşarım. Bu konuya Simonetta Greggio’nun « İncir ağacının kokusu » kitabından dolayı girdim, kıskandım diyebilirim, kitaba ismini veren bu koku benim « sanrı bahçemin » ağacının kokusudur. Antik kentlerin « fon » kokusudur bu, eski İstanbul sokaklarının yıkık duvarların, eski konakların, yanı başında her türlü « zülüma » katlanan bu ağacın kimliğidir, değişik iklimlerde gövdece değişik ama tarifsiz kokusu aynı, benim « iyi düşümün » ağacının kokusu. Patrick Süskins « parfüm » romanıyla da -1985- beni gerçekten şaşırtan bir yazardır. Romanın « bestseller » olması ve de sinemaya kötü uygalanması belki bugün yazarını biraz unutturmuştur. Şu da bir gerçek ki şimdiye dek bir romanın asıl gerçek kişiliğinin « fictiv » olarak temayı öylesine sürüklemesi çok azdır, nasıl koku, değişik kimliklerle -déguisé- konuyu başından sonuna dek götürüyorsa,kendi yaşamımda da koku benim bir « repaire » noktamdır. Bu denli « temizleyici » ürünlerinin olmadığı o yıllarda İstanbul’da her mekanın bir kokusu vardı, gözüm kapalı da olsa kimin apartmanına girdiğimi söyliyebilirdim.örneğin en ulusal kokulardan biri Beyoğlu « Tünelin » kokusuydu. Cenevizliler zamanında yapılmış  tünel, daha sonra « finuculer » olarak kullanıldığında, vagonları çeken yorgun kayışın yağıyla, kanalizasyon, rutubet ve da tarih bileşiminden kendine özgün bir koku oluşmuştu.Yıllar sonra Cenova’da hemen hemen aynı tarihlerde yapılmış tünelin finuculerinde aynı kokuyu buldum. Malum eğer koku bir « kokulu molécule  » se , hangi kimya mucizesi, kendine özgü bir koku yaratıyor örneğin: antikite, tiksinme, hayvan,mutfak, küf,ölü vs. Ölümün kokusu bir başkadır; Mallaparte « kaput » da, 2. dünya harbinde  »reporteur » olarak Romanya’da yaşadığı bir olayı anlatır; Ölü bir kısrağın gece dolaşan kokusu, bence ölüm böylesine anlatılmamıştır. Sonuç olarak yine günümüze geleceğim. Sanat pazarının en pahalı isimlerinden Damien Hirst, Sothebs- in en iyi pazarladığı sanatcıdır. Genel olarak eserleri büyük akvaryumlarda « formol » içinde sergilenen kendi ergen boyutlarında akla gelen yaratıklar, örneğin « altın dana » : boynuzlarının arasında Mısır Apis tanrısına gönderme olarak 18 carat altın bir daire taşır. Fiatı ise 13milyon euro dur. Şimdi bilmiyorum hangi müzededir? Geçenlerde Damien Hirst’in başına beklemediği bir felaket geldi; yine formole yatırdığı « köpek balığı » , büyük kolleksiyönör Francois Pinot tarafından alındıktan sonra ortalığa dehşet bir koku salmaya başlıyor, nedeni araştırıldığında yanlış yapılan bir işlem nedeniyle oluşan bir gaz,akvaryumu patlamak üzeredir  ve köpek balığının formol’e rağmen kokuşmakta olduğudur. Nasıl kurtarıldı  bilmiyorum ama olaya tanık bir kişinin söylediği ; « çağdaş sanat hiç bir zaman bu kadar kötü kokmamıştı ! »



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA