koku /2

Edebiyat öğretmeni ve de çok genç bir yaşta ölen babamla ilgili anılarım sınırlıdır.  Romantik kişiliğini,şairliğini, öğretmen ve eğitici, halkevleri yöneticisi yani  ilk   »cumhuriyet »  kuşağının anadolu’daki  yalnızlığını daha sonra çözdüm. 1951  de öldüğüne göre ülkesinin başına geleceklerden habersiz, belki de mutlu gitti. Belleğimdeki anı gelip yine resime dokunuyor.Bir pazar günü, okuldan  arkadaşı,   resim öğretmeninin  evine  ziyarete gittik ;bilmiyorum belki resime eğilimimi sezmişti,Atölye olarak kullanılan küçük bir odaya girdiğimizde,  ilk kez resim yapılan bir mekanın; ne kadar  gösterişsiz olursa olsun; tüm eşyalarının, resim sephası ve üstünde bitmemiş bir « natürmor » un ,masanın üstünde modelini, taburenin üstünde de palet ve fırçalar , duvarda ise bir portre ve ufak bir şasi ‘den önce tüm yaşamımda benim için kokuların en anlamlısı olan, bir boya tüpünün kapağını açtığımızda burnumuza gelen kokuydu.Unutmalım yıl 1948 olsa gerek ve de ilk kez bir yağlı boya tüpüyle karşılaşıyorum. Onlar konuşurken ben bu kokunun gizemine; bir kutunu içindeki tüpleri tek tek açarak, önce renklere bakıp, sonra da sanki her rengin kokusu başkadır inancıyla.Tüplerin üzerinde  » talens  » yazıyordu ve de tüm renklerin kokusu aynıydı.Bir kaç yıl sonra kırtasiyecide bulduğum başka marka boyalar da aynı kokuydu, bir süre sonra da  kaynağını ;  » bezir yağından  » geldiğini öğrenecektim . Toz boya         »pigment  » , mermer üstünde, bezir yağını yavaş yavaş yedirerek , spatülle ezerek karıştırılır sonuçta elde edilen bu  karışım,- akıcı olmamalı –  ve tüpe girdiğinde asırlık bir ömür kazanır. Paris’deki yaşamımda tanıdığım bazı yaşlı ressamların ölümlerinden sonra bana geçen asırlık tüpleri büyük bir özenle saklıyorum ; bazen kapaklarını dikkatle açıp, kokladığımda ; bu beni « virtuel » bir geziye çıkarır , aynı boya o günün ünlü bir sanatçısın fırçasından belki bir müzede kendini savunuyor zamana karşı. 60 yıllarında Güzel Sanatlar Akedemisine girdiğimde, Türkiye çok önemli bir ekonomik krizin içindeydi . Değil boya bulabilmek , resim malzemesine özgü hiç bir şey yoktu.Resim Tekniği hocamız Salih Urallı , bize « tuval » nasıl hazırlanır konusunu kürsüden anlatırdı,kanımca pratik yapılmadan ve de malzemeleri denemeden, en önemlisi gereken kaliteyi bulmadan iyi bir tuval yapılamaz ki genellikle resim alanlar hiç bir zaman tuvalin arkasına bakmazlar. örneğin o yıllar ; bir tuvalin asıl malzemesi « keten » bezi bulunamadığı için  Pamuklu bez kullanılırdı,dokusu  basit , en ucuzundan. Gelelim « şasi » ye : tuval bezinin gerilebilmesi için ağaçtan yapılan bir kasnak resmin boyutuna göre hazırlanıp,bez bunun üzerine gerilir. Sorunlar  genellikler bundan sonra başlar , önce   »gesso » dediğimiz, resmin alt yapısını hazırlamamız gerekiyor ki o yıllarda plastik kökenli boyalar daha ülkemize   gelmemişti ,o zaman eski formülü uyguluyorduk ; örneğin bez gerildikten sonra bezi doyuracak bir altlık , « arap zamkı »sürülür ama doz biraz fazla kaçarsa pamuklu bezi alabildiğine gerdirir, bez de derme çarpma şasi bozuntusunu bir davul gibi gerer,sonra da alabildiğine çarpıtırırdı.Hiç unutmamalı ,bu kasnak,en az on yıl dinlenmiş ve de kurumuş çam ağacından,geçmeli,gerekirse gerilebilen, kakmalı vs.Bence usta bir marangozun elinden çıkmışsa tek başına çok güzel bir « objedir ». İşte o günler tüm olmamazlıkla savaşırken,Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesindeyiz ; Akın Aksoy , Bursa’da iyi bir Marangoz tanıdığını ve de bizlere düşlediğimiz şasileri yaptırabileceğini söyledi.Onbeş gün sonra da atölyeye büyükce , ağır bir paket geldi,beklediğimiz şasilerdi gelen.Merakla ve özenle açtığımızda ; gördüğümüz objenin güzelliğinden önce paketten hiç duymadığımız , belki doğada kokladığımız , kökenini hiç düşünmediğimiz gizemsi bir koku yayıldı.hem  ağacın olağanüstü rengi , marangozun ustalığı bizi o kadar büyüledi ki , ağaca dokunuyor ve de kokluyorduk. Akın sonra bir açıklama  yaptı ; babası marangoza o kadar işlemiş ki, adam bu ağacın yalnız   » selvi ağacı  » olabileceğine karar vermiş, bilmem bugün bulabilir miyiz ?  Bana düşen şasiyi kullanmadım, atölyedeki  mekanımın duvarında, alttaki deniz ve karşıda Üsküdar , daha ötede  de « Karacaahmet » mezarlığını, içeriğinde kokusuyla ve güzelliğiyle tamamladı. Daha sonra da Arnavutköy’deki yalıda sürdürdü varoluşunu . Paris’e giderken duvarda bıraktım  istemiyerek , daha doğrusu Alaeddin’e söylemeyi unuttum,göz kulak olmasını. O da bir yıl sonra Paris’e  geldi ,bir süre sonra da alttaki meyhaneden çıkan bir yangın  bizim yalıyı yuttu , kanımca şasiyle birlikte.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA