HAYALET OĞUZ

Hayalet Oğuz / Nazmi meyhanesi - 1968 foto: Utku Varlık
İster istemez yaşanmışlıkları daha fazla konuşmaya başladık; bilmiyorum, gün geçmiyor birşeyleri paylaştığınız kişilikler sizi çağırıyorlar, bence bir nostalji tuzağı, o günlere dönmek; kendiliğinden mi oluşuyor yoksa özlüyormuyuz o gerilere dönmeyi. Yine bellek fenomeni; bazen dokunuyorum bir anıya, her şey olduğu gibi kalmış sanki. Bu kez Hayalet Oğuz'u yazmayı düşünmüyordum ama karşılaştığım üçüncü kişi bana bana ondan sözetti, Orhan Duru'nun kitabı "O Pera'daki Hayalet" gereken bir işleve girmiş ki bu genç kuşak Hayalet'in hikayelerini Nasrettin Hoca misali kulaktan kulağa anlatıyor; bu da sanal bir genleşme getiriyor, oysa Oğuz'un minimal pırıltılı, olağanüstü tanımlama yeteneği anında vururdu, acımasız bir "humour", kişiyi ve olayı anında çırılçıplak soyan bir zeka. Örneğin: bu söz ne kadar Süavi Süalp'e bağlansa da aslında Hayalet Oğuz'un Edip Cansever'i tanımlamasıdır; Edip'in masalarda yaptığı saldırgınlığına dokunarak, ; " gündüz insan gece hırt " demiştir, bence daha güzel anlatılamazdı. Orhan Duru bu kitabı biraz açeleye getirtti; oysa kitaptaki bazı tanıklıklar çok güzel anlatılmış bazıları da kulaktan dolma. Daha doğrusu Hayalet'i kuru kuruya anlatmak çok güç, çok geniş bir çevre ve de hayalet kadar ilginç bir sürü tip . O yıllar herkes dışarıda, evde oturulmazdı, her bar ve meyhanenin müdavimi başkaydı; örneğin kalkıp kulis'e gittiğinizde aradığınızı bulurdunuz. 1994 de bir sergi için İstanbul'daydım, Orhan ve Sezer'le ayaküstü bir yerde karşılaştığımızda bu kitapdan sözederek, benden acele Oğuz'la ilgili bir kaç yaşanmışlık anlatmamı istediğinde aklıma gelen bir iki anı anlattım; kitaptaki bizim "Gabiyefler Yalısında" ki anılar oysa çok eğlencelidir: Tuzla Piyade okulunda askerliğimi yaparken 1968 yılı, her gün Arnavutköy'den Üsküdar'a, oradan da servisle okula gidiyorum, akşam da dönüyordum. O yıllar Küçük Bebek'deki Nazmi Meyhanesi gözdemizdi, akşamları bahçesinde yer bulunmazdı ve gecenin belli saatlerinde yukarıya - Taksim'e- çıkılır genellikle Tosun, klüp 27, Klüp 12 ye, ya da öbür tarafa kolejin girişinde Baçi'ye gidilirdi, sabaha doğru Bebek dolmuşlarına bindiğimizde uyumak için önümde iki saat kalırdı genellikle. Eğer akşamın başında Oğuz masada yoksa gecenin bir saatinde bizi yakalardı. Biliyordum Hayalet benim yalıya gizliden sulanıyordu ve de gündüzleri olmadığımı bazen de okulda nöbette kaldığımın farkındaydı. Sonuçta yine bir gün, sabaha doğru Arnavutköy'e indiğimizde kadim dostum Aziz Çalışlar böyle güzel bir gecede uyumak bir cinayettir diyerek bakkal Mehmet'i uyandırıp gereken malzeme alındı; gerçekten haklıydı, içtiğimiz "cin" de geceye yakışmıştı. Güneş doğduğunda hafif mayışmış bir durumda okula gitmek gerekliliğiyle asker giysilerimi giyip çıkarken birden hayalet Oğuz' un farkına vardım, truva atı gibi kente girmişti ve bu kez kalıcıydı. Önceleri bir senaryo bitirmek için sakin bir yere ihtiyacı olduğunu, bir kaç gün, gündüzleri benim olmamamdan istifade, yalıda kalmasının bir sakınca olmadığını bana ikna etti. Bir hafta sonu nöbeti sonucu yalıya geldiğimde, deniz tarafında benim mekanımda kimleri görmiyeyim; Kuzgun Acar benim yatağa uzanmış bir şeyler anlatıyor ( her pozisyonda konuşurdu, durdurmak olanaksızdı) Tektaş Ağaoğlu , İzgan Baz, Metin Eloğlu, Moruk Cevdet ( Cevdet Altuğ ) kanyak içiyorlar. Hayalet beni görünce " bu da nereden çıktı diye bir bakış fırlattı, "kanyak'ın sonuna geldin, yazık! " , diyerek beni umursamadı. Bu içkileri gözden ırak saklamıştım, görüldüğü üzere yalıyı eline geçirmişti, içimden neyi kurtarabilirim diye düşünürken, çaresiz kadere bıraktım sonucu. Oğuz bunun farkına varıp "..hadi bizi Nazmi'ye götür, herkesin senin gibi teğmen maaşı yok ", yorgundum kabul ettim, bıraksam sabaha kadar oturacaklardı, kalktık Nazmi'ye gittik, bilmiyorum Hayalet nereden öğrenmişti benim Nazmi'deki borç defterimi?    

Tektaş Ağaoğlu babasına çok benzerdi, teni bir hintli gibi koyu, genellikle fazla yıkanmadığı için olsa gerek saç baş dağınık, giyimi de o kadar düzensizdi, İzgan Baz ise uzun yıllar BBC de çalışmış dış görünüş olarak Tektaş'dan daha iyi değildi. İşte Hayalet'in bir hikayesi: Tektaş o yıllar Rumelihisarı' da yokuşun üstünde boğaza hakim bir ev tutmuştu. Bir akşam İzgan'la balkonda ızgara yapıp, rakı içecekler, meydandaki kömürcüye gidiyorlar, Tektaş iki kilo kömür istediğinde kömürcü dönerek " kalaycımısınız " ? diye sorar !
Ben 70 yılında gittikten sonra 72 mart olaylarında Asker ve polis Kuzgun Acar'ı da tutukluyorlar; soruşturmalar, işkenceler herkesi " konuşturmak " için döverlerken Kuzgun Acar'ı da " konuşma ulan " diye dövüyorlarmış!
Hayalet yalıya yerleşmişti, bende de sanki onu rahatsız ediyormuşum gibi bir his oluşmuştu, bir gece bir kız arkadaşımla geç vakit geldiğimde sofada hayalet'i ilk kez yarı çıplak gördük; uzunca bir donla o kadar zayıftı ki sanki toplama kamplarından çıkmıştı. Biz şaşırdık ama o şaşırmadı, bana " böyle geç saatlerde gelip evi rahatsız etmek sana yakışmaz deyip odasına girdi.
Kendisine " entellektül solucan " da denirdi, sürekli elinde bir iki ingilizce kitapla dolaşırdı. Bir gün Nazmi'ye geldiğinde masaya bıraktığı kitaplara çaktırmadan bir göz attık; ilk kitabın giriş sayfasındaki yazı: " kitaplarımı alıp da getirmeyen Mr. Oğuz'a sevgilerimle " Yazan da kolejde Amerika'lı bir profesördü. Hayalet katiyen acımasız bir kitap trafiği yapardı, bu kitapları bir yerlerde satar, o parayla da masaya o günler için olmadık lüks ve nadir yiyecekler getirirdi, örneğin Roquefort peyniri, havyar vs. Benim gönlümü almak içinde bir paket Gauloises sigarası; bilmiyorum nereden bulurdu?
Leyla Erbil'de güzel anlatırdı; hayalet bir gün Leyla'dan Amerika'lı şair Gregory Corso'nun kitabını alır ve geriye getirmez: " bir gün karşılaştık, .. hani kitap dediğimde ( ..sen önce bir erkekten bir şey isterken yalvarmayı öğren ) diye tısladı. Bunu şöyle yorumluyordu Leyla; ..erkekliğiyle mi alay ederdi ? benimle mi ? Yoksa malını sahiplenen insanlara tepkisini mi dile getirirdi ?
Ferit Öngören avukat ve karikatürist, yaratılış olarak büyükçe bir kafa, dik ve çok bol bir saç örtüsü ve de saçlarının bittiği yerde kalın kaşlar. Hayalet'in ona taktığı ad: " alın yazısı olmayan Ferit "
O yıllar Asmalımescit Refik'e çıkılırdı, duyan duymayan her akşam masa o kadar kalabalık oluyordu ki normal dikdörtgen uzun masalarda kimse kimseyi de görmüyordu. Buna çare Refik büyük bir yuvarlak masa yaptırdı; sonuç harikaydı ve 20 kişi rahatlıkla yüz yüze yiyip içip konuşacaktı, geç gelenler de yine bir sandalye çekebilirlerdi. Bir akşam masa alabildiğine dolu, kimler yok ? Birden düdük sesleri falan içeriye bir sürü polis ve başlarında garip bir üniforma giymiş emniyet müdürü, biraz sessizlik ama kimse kımıldamadı. Polis şefi yaklaştı ve polislere Ferit'i gösterip  arayın dedi, Ferit ayağa kalktı aradılar sonra teşekkür ederek çıktılar. Tekrar sessizlik sonra biri " iyi güzel ama Ferit sende ne aradılar ? diye sorunca Hayalet hemen yapıştırdı "Kaçak saç" !
















Yorumlar

  1. Yerli filmlerde senaryo rekortmeni Bülent Oran,ın senaryolarınıda
    Oğuz yazardı.Hayalet ünvanı tanınmış yazarların onun adına yazanlara
    "Ghost writer"sanırım Oğuzda o ünvanı oradan almıştır.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Oğuz Halulk Alplaçin'e "Hayalet" ismi 50 yılları sonunda "Lambo" meyhanesinde çok zayıf olması nedeniyle takılmıştır.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA