KONUŞMA



BOZLU ART PROJECT sergimin öncesi Hazal Gencay'ın sorularını yanıtladığımda, biliyordum ki basın için ya da tek bir dergiye yönetilmiş bu tür yazıların kaderi biraz risklidir. Yazılı basının sığlaşması ve de sanat dergilerini başka çıkarlara oynaması sonucu genellikle göz ardı edilir ki düşündüğüm gibi oldu; İstanbul Art News dergisi bilinmeyen bir nedenle Eylül ve Ekim sayısına koymadı. Sonuç olarak Radikal Gazetesi, Internet'e dönüştüğü için kendi Web sitesinde kısaltarak yayınladı. Sanatta sanatçı ne ise; eleştirmen, sanat tarihçi, düşünür, yazar da onun varoluşunun içeriğindedir.

Soru: Önce sizin oluşum yıllarınızı ele alalım. Hocalarınız Sabri Berkel, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Adnan Çoker'den Akademi döneminde neler aldınız ya da almadığınız için kendinizi şanslı hissediyorsunuz?

1- Bu yılları değişik dönemlerde anlattım ve yargıladım; zaman aşınımı konuyu her kez başka bir
açıdan belki daha “radikal” konuma getiriyor. 60 yılları benim için siyah- beyaz, iyi bir filmin tadı
gibi ama bu geriye dönüşlere bugün geldiğimiz yerden bakıyoruz; başka bir çağa ve de iletişim
adına başka bir boyuta girdiğimizin farkında değiliz. Türkiye’nin politik kaderinin yönetiminde her
kuşak yaşadığı dönemlerin şartlarına algılanıyor. Geçici bir özgürlük esintilerinin dışında araçtan ve
gereçten yoksun ama sanat algısının ve ortamının bu en anlamlı dönemine her kez gereken
gönderiyi yapıyorum; Güzel Sanatlar Akademisi bizim bir “biospher”imizdi, 24 saat yaşadığımız.
Hiç bir “hiyerarşi” olmadığı için, hoca-öğrenci ilişkisi de o denli sahiciydi. Bugünkü gibi yatağını
değiştirmemiş sanat, resim ve heykelde odaklanıyordu; her zaman batıya bakan. İlk yıl “galeri”
dediğimiz desen atölyesinde Adnan Çoker’le çalıştık, Fransa’dan yeni gelmişti. Bagajında batıda
yaşamanın tüm avantajlarını getirmişti; resim, desen kadar sinema, müzik de konumuza giriyordu,
beni yönlendirmede çok katkısı oldu. Boya olarak spatülle sürülmüş, kalın bir dokuda “abstre”
resim yapıyordu, 1961 de ilk sergisini anımsıyorum. Çok ilginç; iyi bir desen hocasıydı ama bugüne
kadar hiç bir desenini görmedim. İkinci yıl seçtiğim “pentür” atölyesi Bedri Rahmi Eyüboğlu,
hocanın bursla, bir yıl için Amerika’ya gidişi sonucu atölye Neşet Günal’a verildi. Kendi resminin
içeriğinde desenin boyanmış hali, gerçekci bir resmin öğretisini aldık ondan. Bedri Rahmi
döndüğünde değişmişti, tüm kendi varoluşunun dışında Amerikan resminin “damıtımından”
geçmişti, Rothko’nun resmine vurulmuş, resim öğretisi de giderek iki rengin albenisine
indirgenmişti. Daha önce de dediğim gibi resim bir öğreti olamaz, resim bir tutkunun etki adına bir
yönlendirmeyle oluşur. Atölyede sizden yıl olarak daha olgun başka bir öğrenciye bakmak, öğreti
adına hocanın eleştirisinden daha etkindir. Resim adına “ruh çözümleme” daha sonra gelir örneğin
atölyede her konu, örneğin şiir konuşulduğunda; şiire yönlendirme, resmin önemli bir fenomeninin
oluşumuna yönlendirir. İşte bu nedenle ben Bedri Rahmi’den resimden daha çok ressamlığı
öğrendim. Sabri Berkel kendi doğrultusunda dışa kapalı, titiz ve düzenli, özgün baskı atölyesinde
olması gereken ortamı gerçekleştirmiş ilginç bir hocaydı. Paris’de konu olarak “litographi”yi
seçtiğimde, beni öğretim üyesi olarak atölyesine beklediğini yazdı, ben gelmeden emekli
olmayacaktı. Ülkenin tekrar içine düştüğü politik sarsıntı sonucu, dönmiyeceğimi yazdığımda, bana
verdiği yanıtı hiç unutmam; “ ben de senin yerinde olsaydım, dönmezdim”. Bizi alıp götüren bir
yazgıya inanmaktan başka ne yapabiliriz? Sonuç olarak bir yaşantıyı sorgulamak çok gü.; kendi
kendimi geçtim demek, sınırsız bir deneysellik sonucu tüm mekanlarda, merakın bizi yönlendirdiği
sularda yüzmek; ama nereye kadar?

Soru: Kendinizi o kuşaktan farklı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

2- Dedim ya; herkesin yaşantısı ve çizgisi çok değişik. Benim yaşantımı yönlendiren “çeşitlilik”,
kendi seçimimin bir sonucudur, aynı yıllarda aynı mekanlarda olmak bir ekol oluşturmak değildir.
Beni alıp götüren, yönlendiren, merak alanlarımı kimseyle paylaşmam.

Soru: Peki Mehmet Güleryüz, Komet, Burhan Uygur, Alaeddin Aksoy gibi isimlerin yer aldığı kendi kuşağınız içinde yerinizi nasıl ayrıştıyorsunuz?

3- Evet 60 yılları bir “repair” noktası oluşturuyor ve de bu saydığınız isimlerle de Akademi ve
sonrası, çok uzun yıllar birlikte olduk. Zaman süreci kendi envanterini yaptığında ne yazık bir yerde
kendinizi yalnız buluyorsunuz. İnsan ilişkilerinden söz ediyorum, eğer dostluklar sığlaşmış sa,
düşte olduğu gibi kişiler gidiyor geriye kalan peysaj da net değil. Bellekde de sığlaşan başka bir
fenomen; güzel şeyleri anımsamak, evet o da başını aldı gitti, anımsamak için de hiç bir gerek yok.
resmin bir “matah” olmadığı dönemlerde ressam dostlukları da bir başka türlüydü; herkes birbirini
kollar, paylaşır, yüreklendirir yani aynı sokaktaydık iyi-kötü! Kişiliklerin su yüzeyine çıkışı, 80 yıllara
doğru ekonominin açılımı, geleriler ve de bitmez tükenmez sergilerle paranın yüzü gözüktü;
koleksiyonerler, müzeler oluştuğunda, yavaş yavaş asıl kişilikler de ortamlarını buldular, maskeler
takmaya, kendilerinde bir “deha”yı keşfetmenin çoşkusuyla usta ressam kimliğini benimsediler. İşte
bu dönüşüm de başka bir düzenin eksenine girenlerin tiyatrosun oldu; söz ettiğim bu kuşak.
Beklemediği suni bir zenginliğin dışa vuruşu; bazıları, “bi-polair” olanlar örneğin, sanki geçmişlerini
arındırmak isteğiyle, başkalarına anılarını “dikte” ettirerek kitaplar yayınladılar, eski dostlukları tersyüz
etmek, alabildiğine eleştirmek adına. Ne bileyim 50 yıl jübilesi yapanlar, 4x4 arabalarla
dolaşanlar, akıl verenler, mezatların baş rol oyuncuları, asistanlarıyla resim yapanlar vs.
Faulkner’in dediği gibi “ iyilik buraları çoktan terketti “.

Soru: Çok uzun zamandır Paris'desiniz. Uzaklardan Türki'yeye baktığınızda 40 yı ya da 20 yıl öncesiyle bugünün sanat piyasasını/ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?

4- Türkiye bir ülke olarak hiç bir ülkeye benzemez. Bilmiyorum nasıl olur da sürekli bir “paradox”u
yaşar, sürekli bir dört mevsim gibi değişkendir, ekonomik olarak dibe vurduğu yılları; açıkca
unuttuk, ya da geçen gün “alış-veriş” merkezlerine en lüks arabalarıyla gelenler. Dedim ya sanat bir
“matah”, parasal çekim yörüngesinin albenisi, kolleksiyon ve müzeciliğe kaymış durumda, ve de hiç
bir yerde görülemiyecek bir “abartma” yaşanıyor. Oysa sanat bir “gece müziği” duyarlığında nasıl
“metah” olur? Nasıl yargılıyoruz? Neyi daha doğrusu! Uzun yıllardır yaşadığım Paris’de elbette
sanat satılık, örneğin dün aldığım “La Gazette Drouot” da derginin hemen hemen tümü antika
müzayede, resme gelince de çağdaş çok az. Bizde başka bir şenlik; her ay on müzayede ve de
aynı elli ressam, bu bir intihardır, sanatın gizemini ve amacını saptırmak . Ben resim satılmayan
günlerdeki o eski saflığımızı özlüyorum, yalnız resmi düşünen, özgün ve tekil ve bir düş bozgunu
olarak.

Soru: Küresel ölçekte sanat piyasasının gidişatını nasıl buluyorsunuz?

5- Bu konuya Blog yazılarımda sürekli değiniyorum, çünkü “absürt” , anlamsız, artık paranın gövde
gösterisi ama en doğrusu bir “manupulation”. Şunu söylemiştim “contemporary”nin büyük bir sirk
olduğunu; örneğin Charles Saatchi kurguluyor ve de kendi sanatçısı Tracey Emin’nin yatağını
milyarder François Pinot’ya milyon dolara satıyor, o da Venedik’deki Fondation’nunda sergiliyor.
Bunu duyan gören ve de paralarını ne yapacağını şaşıran (inanılmaz derece çok) bir takım ülkeler,
müzeler, kolleksiyonerler her yerde bu hanımın üzerinde seks yaptığı tüm eşyayı almak için sıraya
giriyorlar. Geçenlerde ölen Fransız film yönetmeni ve prodüktürü Claude Berri, son yıllarında
çağdaş sanata soyunmuş ve de kolleksiyoner ve galerist olarak epey ün yapmıştı. Kitabı
“Autoportrait” de Ad Reinhard’ın tüm beyaz bir tablosunu almak için neler yaptığını; dostu ünlü
galerist Leo Castelli’nin yönlendirmesiyle, zorla bulunan tuvalin öyküsü yazılmaya değer, ödediği
para 90 lı yıllar 300 bi dolar, beyaz monochorome. Ressamın eşi Rita daha önce Rothko ile
evliymiş; bu da çok ilginç. Hiç bir ön yargı olmadan söyliyeyim; yıllar önce Bilbao- Gugenhaim’da
Rainhard’ın 15 monochrom siyah tablosunu gçrmüştüm, içimden sanatçıyı kutlamıştım sonunda;
bunu bize yedirdiği için ve de beni Bilbao’ya kadar kadar götürdüğü için. Dıştan görülemiyecek
kadar kompleks, çok önemli bir sorun da “çağdaş sanat” adına olan “objet” birikimi; açıklıyayım:
Fransa çağdaş sanatcılarını korumak için her yıl belli bir sayıda sanat eseri satın alır, bu
komisyonlar günün önemli sanatcılarının eserlerini daha sonra Fransa’nın önemli çağdaş sanat
müzelerinde sergilemek ve de onları müzenin kolleksiyonuna koymak adına. Geçenlerde
okuduğum bir haberde, Depolarda yıllardır biriken binlerce objet, video, gereksiz malzeme, tuval
giderek çürümeye ve de yok olmaya başlamış. Sorun her şey için geçerli, sanat amacını yitirip,
yatağını değiştirip, efemer bir tüketim olduğu sürece bu “accumulation” bir lüzumsuzluk olacaktır.

Soru:Sizin resminizi nerede görsek tanırız, özgünlüğünüz tartışılmaz. Özgün bir sanatçı olmak kendine kurallar koymağı gerektirir mi?

6-Sanatta özgünlük elbette bireyseldir, değişik olmak için aramak, kimsenin yapmadığını yapmak
gibi başlangıçlar olamaz, dışa yansıtılan kendiliğinden bir sürecin dışa vuruşudur. Bir ivme
sergilerken, size özgü bir dilin özgünlüğü, anlatıma ve tekniğe bağlanır, çünkü teknik bir dildir.
Sanat “anakronolojik” bir yolculuktur ve bu uzun yolculukta ister istemez, standart kurmacalar,
tekrarlar, sapmalar olabilir.

Soru: Sanatta kural var mıdır? Varsa nelerdir ve kuralları kim koyar?

7- Bir dışavuruş nasıl kural olabilir; bana göre ama, alınıp satılıp yargılanıyorsa o zaman bir
kuraldır ve de onu değerlendirip satacak önemli bir sınıf vardır. Bir zamanlar sanat ve sanatçı bir
ayrıcalıktı, yaratıcı boyutu koruyabilmesi onun varoluşunu değerlendirirdi ama unutmayalım bu
tinsel atmosfer “insana dair” di, ona yaklaşım da bir moral’e özgüydü. Öteki sanatlarda kural;
örneğin sinema ise, görsel, kamera, oyun, senaryo ve anlatım ve de süre. Roman; yazı dil, şiir
giderek sözcüklerin okyanusunda amaç şaşırtmak işte yaratı bu, belleğe odaklanmak, çünkü amaç
anlatım, burada “défoulment” yok, sanal bellek sizi bir başka boyuta sokuyor, sanatın gerektirdiği.
Plastik sanatlara gelince bir “orta oyunuyla” karşılaşıyoruz. Başlangıçta can sıkıntısıyla yapılan,
dalga geçilen üst yüzeye çıkıp, “conceptuel” olarak kendine önemli bir yer açtı. Amaçın ne
olduğunu daha çözmüş değiliz, “modernlik fenomeni”nin, tüm kapıları açtığı sürece. Her şey sanat
olabilir, herkes de sanatçı, sanat okulları çoğaldı ama desen, boya tekniği öğretilmiyor, biennalerin
öncülüğünde sizi yönlendirmek ayrıca “post-modern” imgelilik gibi tavırlar tekniği de önemsemiyor.
Dünya sanat pazarları, sanatı kurallaştıran, yöneten, kabul ettiren; bir Picasso 350 milyon dolara
ulaşmış sa; düşünün bir Vermeer’in ederi ne olabilir. Jeff koons’un pırıldayan Caniche balonu ( 47
milyon dolar) bir pentürle aynı müzeye girmiş se demek ki kurallarda tarihe karıştı.

Soru: İdealleriniz için Paris'e yerleştiniz ama Paris'ın yıldızı zaman içinde söndü. Hiç başka bir metropole örneğin NYC ya da Londra'ya yerleşseydim acaba daha farklı olurdu diye düşündüğünüz oldu mu?

8- Garip bir şekilde “kader”e ve de “télépathie” inanırım, insanı görüren bir güç, bir “synergie” var;
beni buraya getiren varoluşumdaki tutku ve merak hiç değişmedi, Paris geldiğim yıllardaki kadar
gizemsi, ilgi alanlarımın bir labirenti gibi; meçhul. Dünya hızla değişiyor, insan geçirdiği tüm
savaşları, yıkıntıları hızla unuttu. Kaderden söz ettim ya sanki Türkiye’nin kaderi; özlediğimiz “yaz
denizi” hiç bir zaman gelmeyecek. Fransa’ya gelince; aynı senaryoyu yaşıyoruz, politikanın
sığlaştırdığı ya da zamanın tükettiği kültür, başını alıp gitmiş se, sonuna dek bir kültür emparyalizmi
olamaz, el değiştirir; Araplara bile contemporary’yi yedirir; bu ekonominin gücüyle orantılıdır. O
sevdiğimiz İtalya nerelerde? Sinemasıyla birlikte edebiyatı da tarihe karıştı. Hiç bir zaman “günün
moda akımlarına” bulaşmadığım için “bir başka yerde olmak” gibi beni dümen sularında götürecek
durum söz konusu değil. Bugün her yerdeyiz ve de hiç bir yerde. Borges’in dediği gibi “zamanın ne
içindeyim ne dışında”.

Soru: Fragment'ler isimli son solo serginizi de dahil ederek bugünün sanatının problemlerini nasıl tanımlıyorsunuz?

9- Bu sergiye “fragment’lar olarak elimde birikmiş, unutulmuş, kalmış işlerimi de koymam bir
raslantı ve de katiyen sanat manifestosu söz konusu değil. Sanatın sorunları da her zamanki gibi
yaptığın işle yaşamak, sanatını ve yaşamını sürdürecek bir atölye-mekan ve de “hayal perdelerini”
açacak bir el ve yürek.

Soru:Türk sanat piyasasından uzunca bir süre uzak durdunuz. Bu kasıtlı bir uzak duruşmuydu?

10- Bu uzak ve yakınlık elinizde olan bir olanak değil, ne yaparsanız yapınız bir zamanlar
yaptığınız bir iş, bir yerlerde , bir müzayede de çıkacaktır, geçenlerde Skylife dergisinde yayınlanan
bir ropörtaj’a verdiğim yanıt “ param olsa tüm resimlerimi satın alıp bir meydanda yakarım ve de
küllerimden yeniden doğarım”.

Soru:Bu uzun aradan sonra Türkiye'de sergi açmanızzı tetikliyecek olumlu düşünceler nelerdi sizin için?

11- Geçen yıl uzun bir süredir dönmediğim Ankara’da bir sergim oldu. Bu kez İstanbul ve de bu
galeriyi yöneten yakın dostlarım, ama tetiklenecek hiç bir hedef yok, varolmak amaç, süreklilik, bir
şey söylemek
Ne makine şu insan be,
içine ekmek, şarap, balık,
turp koyuyorsun.
İç çekmeleri, gülüşler
ve düşler çıkıyor.
Kazancakis

Soru: Fragment'lar başlıklı serginizde sizin hakkınızda bizi şaşırtacak neler göreceğiz?

12- Bir sergi yapmak benim için her zaman bir sorun olmuştur; çalışmak için kurguladığım proje,
serginin içeriği; sergi tarihinin yaklaştığı günlerde netleşmeye başlar, oysa bir sergi tekdüze resim
asmak değildir duvara; arka planda davetiye konacak resimden tutun da katalog için fotoğrafların
çekilmesi, resimlerin künyesi, basına konuşmak vs. Bu kez de aynı sorunu yaşıyorum ama başında
her sergi öncesinde olduğu gibi atölyeyi toplarken g.züme ilişen; yılları biriktirdiği bir sürü yarım
kalmış, bitmiş ama boyutu nadeniyle bir kenara konmuş, başlanmış ve terk edilmiş bir tuvalden
kesinti, eskiz ve de daha çok kendim için yaptığin küçük boyut tuvaller. İçlerinde en ilginç olanlar
Re Adası sergisi için yaptığım peyzajlar ki bu sergi 2004 de İstanbul ve Fransa’da sergilendi.
Sergiden sonra elimde kalan çok az tuvali saklamıştım ama sergilemediğim küçük boyutlar da
“fragment’lar olarak bu sergiye giriyor. Serginin büyük boyutları; geçen yıl Ankara’da yaptığım,
“Akşam ve Gece” sergisinden bir seri tuval, bazılarını yeniden ele aldım ( bence resim hiç bir
zaman bitmez). Fragment’lara daha büyük pentürler katılıyor ve de siyah-beyaz desenler de sergiyi
daha ilginç kılmak görevini üstlenmişler. Bu sergi biraz da “aynanın içinden ressam ve atölyesi “
olarak tanımlanabilir.

Soru:Gerçek dünyanın sıkıcı detaylarından bu düş dünyanıza dalmayı nasıl başarıyorsunuz, yöntemleriniz nelerdir?

13- Benim varoluşumu özetlemiştim; ilgi alanları ve merak. Bilgisayar çıkalı insanları şaşırtmak çok
güç, imge başını aldı gidiyor, absürt olağan, irreel, sürreel, elinizin altında, ama okumuyor insan,
zaman ters düşmeye başladı, kitaplar birikiyor, bir bilgi okyanusunda boğulmak üzereyim. Tam her
şey bitti derken; bir film, bir kitapcık, unuttuğunuz bir müzik, bellekteki bir şiir, doğa ve bir akşam
ışığı size dokunduğunda yeni bir şey doğuyor. Bunların algılamanın yöntemi yok, kendiliğinden,
akan bir su.

Soru: Resimlerinizde sürekli ele aldığınız belli temaların bilinçaltınızdaki kökenleri nerelere dayanıyor?

14- Bilinçaltımda hiç bir mekan boş değildir, antik kentlerde olduğu gibi; hep bir kadın geçer
dekordan, eski fotoğraf albümlerindeki sepia,güzel kadınlardan biri. O fotoğraflarda öyle garip bir
vizyon, bir netlik vardır ki o kareden geçip içsel bir yolculuk yaparsınız. Sahiden hepsi yaşadı mı?

Nerede o insanlar? Nedir bu evren, sonsuzluk? Beynimizin bize oynadığı bir “sanrı” olmasın!










Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR MÜZEDE OLMAK YA DA OLMAMAK - LEVENT ÇALIKOĞLU

UTKU VARLIK - SANAT AYRICALIKTIR / HELİN KAYA

GÜLÜNÇ BİR ADAMIN DÜŞÜ - BEDRİ BAYKAM